Kitaplar | Konular | ARAPÇANIN ÖNEMI
6. Irkçılık Engeli.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı üzerine Arapların bir kesiminde kendini gösteren bu eğilim, Türkiyede karşıt bir eğilimin azmasına yol açmıştır. Bu ise Türkiyede Arapçanın karşısına çıkan engelleri biraz daha sarp hale getirmiştir. Bilindiği üzere bilhassa çağımızda en ufak bir bahane bile ırkçılığın tahmin edilemeyecek sınırlarda kabarmasına neden olabilir. Onun için özellikle eğitimli kesimin, başka ırk, millet ve etnik kitle mensupları karşısında çok dikkatli olması gerekmektedir. Başka bir milletin, bir etnik kitlenin, ya da bir inanç grubunun saygı duyduğu bir anlayışı, bir değeri, bir kutsalı küçümsemek, bu anlamda basit bir ihtiyatsızlıkta bulunmak bile beklenmedik olumsuz gelişmelerin, fitne ve kavgaların yaşanmasına neden olabilir. Çünkü ırkçılıkla beyni yıkanmış bir insan, ne kadar eğitimli olursa olsun onun, en ufak bir gerçekle -ani biçimde- yaşayacağı temas şoku, muhatabını savunmasız halde yakalayabilir ve bu tür durumlardan beklenmedik sonuçlar patlak verebilir!
Türkiyede ırkçılığın yakın tarihteki süreci, -bilindiği üzere- İttihat ve Terakki Partisinin kuruluşu ile başlar. Osmanlı Devletinin çöküş trendine girdiği yıllarda iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisinin gerek yöneticileri, gerekse üyelerinin çoğu Yahudi kökenli Sabetaistlerden ve Musevi Karay Türklerinden oluşmakta idi. Bu azınlık tarafından İslâma, Kurâna ve Kurânın dili olan Arapçaya karşı amansız bir savaş başlatıldı.
Araplara karşı özellikle 1910dan sonra girişilen Türkleştirme hareketi çok büyük tepkilere yol açmıştır. Türkleşmeye karşı direnen «Genç Araplar» örgütü, özellikle Arapçanın, Osmanlı Arap eyâletlerinde resmi dil olarak kullanılması için büyük mücadeleler vermiş, bunların çoğu, bu uğurda idam sehpalarına gitmişlerdir. Bu gençler arasında yer alan Awni Abdulhadi, Nadra Matran, Abdulgani El-Uraysi, Şukri Gânim, Cemil Malûf, Muhammed el-Muhammasânî, Charle Debbâs ve Cemil Merdum Arap bağımsızlık hareketinin «lâik öncüleri» olarak tarihe geçmişlerdir.
Bu cesur gençlerin girişimleri sayesinde 13-18 Haziran 1913 tarihleri arasında Pariste düzenlenen Birinci Arap Konferansında, özellikle Arapça konusu ele alınmış, -Arapların binlerce yıldır kullandıkları ana dillerini, aynı zamanda resmi dil olarak da kullanabilmeleri için- Osmanlı yönetiminden istekte bulunulmuştur. İlginçtir ki bu haklı istek, Osmanlı Devletini yöneten Yahudi ve Musevi İttihatçılar tarafından şiddetle reddedilmiştir. Yani bu adamlar, çok daha güçlü oldukları günümüzde, devleti kendi ideolojileri doğrultusunda kullandıkları gibi, henüz işin başında ve çok zayıf durumdayken, o gün bile aynı tutumda ısrar etmişlerdir.
Yine çok ilginçtir ki, İmparatorluğun yıkılışından sonra kurulan yeni Cumhuriyetin yönetim ve denetimi de bu iki kesim tarafından ele geçirilerek paylaşıldı. Çünkü Osmanlı Devleti, dış güçlerle işbirliği yapan bu iki ortak kampın, -içerdeki faaliyetlerinin sonucu olarak- ancak yıkılabildi. Ve yine ilginçtir ki köken bakımından Türk olmakla birlikte Yahudilerle aynı din ve inancı paylaştıkları için Selânikli Musevi Türkler, hiçbir zaman «müslüman» soydaşları olan Anadolu Türklerinin din ve inançlarına saygı göstermemişlerdir. Bu gerçeğin en güçlü belgesini görmek isteyenler Şemseddin Güler tarafından derlenen BEYAZ KİTAP adlı bir çalışmanın 63üncü sayfasına bakabilirler. Bu sayfada Hz. Muhammed hakkında sarf edilen şu cümle çok önemlidir:
«- Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kurân-ı Türkçeye çevirttireceğim»
Hz. Muhammedı sırf bir Arap olarak görmek ve Kurân-ı Kerim-i Onun yaveleri (yani Onun saçmalıkları) olarak nitelemek, Türkiyede belli bir zümrenin niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Onun için bunlar, devletin çok önemli stratejik mevki ve köşelerini daha o günlerden beri ele geçirmiş bulunduklarından, Kurândaki İslâmdan epeyce uzak ve onun son derece yozlaştırılmış zayıf bir yansıması olan Türk Sünniliği üzerinde bile inanılmaz baskılar kurmuş, bu cümleden olarak Kurânın dili olan Arapçayı da 1924 de hemen yasaklamışlardır.
Bu gelişme gerek mantık açısından, gerekse konjonktür açısından esasen normaldir. Çünkü her şeyden önce Yahudi ve Musevi için, İslâm en önemli hedeftir. Bu konuda eğer bir kuşkunuz varsa Kurân-ı Kerimin, Mâide sûresinin 82inci âyetine bakabilirsiniz. Bu âyet, yaklaşık 1500 yıl önce indiğine göre Kurâna hiç inanmayan bir insan bile bu âyetin içeriğine bakarak en azından Araplarla Yahudiler arasındaki bin beş yüz yıllık uçurumu tahmin edebilir! İşte bu nedenledir ki günümüzde İsrail, sırf stratejik açıdan duyduğu ihtiyaç üzerine, Arapçaya ne kadar önem vermek istiyorsa, Osmanlı Devletini, son günlerinde yöneten Yahudiler ve Museviler de Arapların ve Arapçanın o gün için kökünü sırf stratejik sebeplerle kazımak istemişler ve bu konuda ellerinden geleni de geri bırakmamışlardır. Hatta bunu Cumhuriyet döneminde de acımasız bir şekilde sürdürmüşlerdir.
Örneğin, Suriyede dördüncü Ordu komutanlığına tayin edilen ve 05 Aralık 1914 günü Şama giren Türk kökenli (Musevi) bir paşa, bölgede, yüzyıllar sonra bile unutulamayacak bir terör estirmiştir. Bu şahıs, Tanınmış yerli Hıristiyan Araplardan, Nakhla Matran, Yusuf el-Hâni ve Petro Pavlinin, Fransızlarla sözde gizli işbirliğini bahane ederek Suriyede yaşayan ünlü Arap-İslâm aydınlarından birçok şahsiyeti göz kırpmadan idam etmiştir. Bunlar arasında özellikle, 21 Ağustos 1915 tarihinde idam edilen Abdulkerim el-Khalîl, Salih Haydar, Muslim Abidin, Muhammed el-Muhammasanî, Mahmud el-Muhammasanî, Selim Abdulhadî ile 06 Mayıs 1916 tarihinde idam edilen; Şeyh Abdulhamid ez-Zehrawî, Şukri el-Aselî, Ruşdi Şamâ, Refiq Rızq, Abdulgani el-Uraysî ve Şeyh Ahmed Tabbara gibi ünlü şahsiyetler, geniş bilgi ve kültürleriyle, cesaret ve yapıcı girişimleriyle yaşadıkları dönemde yerleri doldurulamayacak önder insanlardı. Bu Musevi paşanın, Suriye ve Filistinde öldürttüğü Arapların sayısının yirmi bin kişiden az olmadığı söylenmektedir.
Türkiye toplumu tarafından, içyüzü henüz ayrıntılarıyla bilinmeyen işte bu ve benzeri olaylar, Arap toplumu arasında önemli bir kesimi tahrik etmiş, Türkiye aleyhinde milyonlarca Arabın bilinç altına nefret yerleştirmiştir. Oysa bu cinayetleri Türkler adına işleyen kişi, esasen Türk kökenli olsa bile, temelde Yahudi ırkçılığı duygusuyla hareket etmiştir. Dolayısıyla, bu paşanın Musevi olduğu ve dindaşları olan Yahudilerin inançlarını paylaştığı için Araplardan nefret ettiği ve Türk milliyetçiliğini sömürerek bu cinayetleri işlemek suretiyle Müslümanları birbirine düşürmek istediği hakkında, esasen Araplar Türkleri bilgilendirmeliydiler. Oysa Araplar büyük bir yanlışlık yaparak bu cinayetlerden daima bütün Türkeyeyi sorumlu tutmak gibi anlaşılmaz bir yaklaşım sergilemişlerdir. Bu konudaki duygular, yüz yıla yakındır zaman zaman herhangi bir ilgiyle dile getirildikçe, Türkiyede de ağır misillemelerle karşılık bulmuştur. Tuhaftır ki bu misillemenin en büyük hedefi Araplardan çok, Arapça olmuştur. Nitekim, Arapçanın, çok geri, kirli ve «Türk düşmanı» bir milletin dili olduğu yolunda onlarca yıldır sürekli biçimde yıkıcı propagandalar yapılmıştır. Oysa Arapça, -en az Türkçe ve Kürtçe kadar- mevcut dünya dillerinden biri olarak masum ve dokunulmaz bir değerdir.
Türk şovenizminin tarihsel sürecine baktığımızda bu eğilimi, en erken dönemlerinde kışkırtan ilk sebebin de yine Arap ırkçılığı olduğunu görürüz. Dolayısıyla bugün, Kurânın önüne, en tehlikeli engellerden biri olarak çıkmış bulunan Türk ırkçılığının, temelde Arap ırkçılığının ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Ünlü Şair, Mehmet Akif Ersoy bunu çok iyi kavramış ve bundan son derece acı duymuş olduğu için, iki tarafa da şu çarpıcı öğütlerde bulunmaktadır:
Türk Arapsız yaşamaz, kim yaşar der delidir,
Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa zira sonu hüsran-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada billahi ne din.
Medeniyyet size çoktan beridir diş biliyor,
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken halâ,
Ne bu şûrîde siyaset, ne bu fasit davâ.
Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz.
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum
Başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.
Türk ve Arap şovenizminin etkileşim sürecini eğer başından beri ele alır ve kronolojik bir sıra ile incelersek Türklerin tarih boyunca (Arapçaya değil), Araplara tepki gösterdiklerini açık biçimde görürüz. Bu tepkinin sebepleri elbette ki önemlidir. Ancak konuyu bu yönüyle tarihçilere bırakmak gerekir.
Fakat bir soru vardır ki buna cevap arayanlar kolayca ve isabetli bir açıklama bulmayabilirler. O da şudur:
- Türkler bin yıl kadar uzun bir süre Arap alfabesini kullandıklarına göre onların Arapçadan nefret ettiklerini nasıl açıklayabiliriz?
Önce şunu vurgulamak gerekir ki Türkler Arapçadan hiçbir zaman nefret etmemişlerdir ve şimdi de nefret etmemektedirler. Son yıllarda (esasen Türk olmadıkları açıkça bilinen) egemen azınlığın, Arapçaya karşı olumsuz tutumu bütün Türk halkına elbette ki mal edilemez. Nitekim saygın bir Türk ilim adamı olan Osman Öztürk, Seha Neşriyat tarafından yayınlanan «Arapça ve Diğer Lisanlar» adlı eserinin önsözünde Arapça hakkında aynen şunları söylemektedir:
«Yüce Allah insanı şerefli bir varlık olarak yarattı. Ona konuşma kabiliyeti verdi. İnsanı diğer yaratıklara karşı faziletli kıldı. Arap lisanını da diğer bütün dillere karşı üstün eyledi; buna şeref olarak Kurân-ı Kerimi Arap lisanı üzerine göndermesi yeterlidir».
Evet tekrar etmekte fayda vardır ki Arapçaya Türkler değil, tam tersine «TC» karşı Çıkmıştır! Yoksa Türkiye halkları, tarih boyunca ve günümüzde de sürekli olarak Arapça ile ilgilenmiş, hatta ona, «Kurânın Dili» diyerek saygı göstermişlerdir.
Arapça konusunda, Türk ilim adamlarıyla yapılan ve Maverâ Dergisinin, 1983 Haziran sayısında yayınlanan röportajlardan bazı kesitleri bu ilgiyle nakletmekte yarar vardır:
Kahire Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Ali Yakup Cenkçiler, Arapça hakkındaki düşüncelerini şu şekilde açıklamaktadır:
«Hakiki manada bir Arapça öğrenimi, önce Arapçanın lüzum ve ehemmiyetini kavramakla olur. Bunca asır, İslâm aleminin müşterek ilmî lisanı olan bir dilden nasıl uzak kalabiliriz! Asıl bu konuya devletin önem vermesi gerekmektedir. Bugün ticari Ve siyasi münasebetler sebebiyle daha çok ihtiyaç duyulan bir dil halindedir. Arapça, dün beynelmilel bir lisandı. Bugün de buna cevap verecek durumdadır. Hem bir milletin bütün geçmişe ait bir kültürü, kütüphanelerimizdeki kültür mirasına dayanmaktadır. Yabancılar bunu bizden daha iyi kavramışlar. Onlar araştırma yapıyorlar, biz duruyoruz. Maarif, nasıl diğer yabancı diller üzerinde duruyorsa, buna da ehemmiyet vermeli...»
«Dinî ilimler tahsili yapılan okullara gelince, görüyoruz okutulan Arapçayı ve programı. O kitapla, o programla ancak tezgâhtarlık öğrenilir. O da öğrenilmiyor. (...)»
«Sadece Türkler değil, bütün yeryüzündeki Müslüman milletler Arapça eserler yazmışlardır, kendi dilleri dururken. Bu beynelmilel bir dildir. Bir dinin dilidir. Arapça eğer fasih bir dil ise, Kurân ve Hadis sayesindedir. Bundan 1400 sene önceki Türkçe nasıldı acaba? Bir Kutadgu Biliği kaç kişi okuyup kavrar! Fakat kısa zamanda cahiliye şiirine vakıf olunuyor. Kuran, Hadis ve Arapça olmasaydı Arap dili de bugünkü Türkçe gibi bozulurdu. Elbette, en üstün bir ilâhî kitabın dili de en üstündür.»
Gazeteci Fehmi Koru da şunları kaydetmektedir:
«Son yıllarda, toplumumuzda Arapçaya karşı duyulan yakın ilgi gerçekten şaşılacak boyutlara ulaşmıştır. Bunun dinî olmayan sebepleri olsa da, sonunda Arapça bilen insanların sayısının artmasına, Müslümanlar arasında daha yakın ilişkilerin doğmasına yol açacağı için bu gelişmeyi hayırlı bir gelişme olarak kabul etmek gerekir.»
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu ise Arapçaya ilişkin görüşlerini şu sözlerle dile getirmektedir:
«Arapça, bir Müslüman için, benimsediği dinin Kutlu kitabının ve son elçisinin sözlerinin (Kurân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin) dilidir ve anadilinden sonra öğrenmesi gereken ilk dildir, bir de Batı dili öğrenirse, dünyada neler olup bittiğini, kültür sanat ve fikir hareketlerini yakından takip etmek imkânına kavuşur. Arapçanın dinî ehemmiyetinin yanında, günümüz dünyasında, petrole dayalı Arap zenginliği de Arapçanın öğrenilmesini, Japonyadan İtalyaya Güney Amerikadan, Demirperde gerisi ülkelerine kadar bütün milletlere gerekli kılmıştır ve bu dil, dünyanın her tarafında öğrenilmektedir. İşin, bizim için, bir de yerleşmiş, teşekkül etmiş değerler ve kültürümüz açısından başka hiçbir milletle kıyas kabul etmez bir ehemmiyeti vardır. kökü Arapça olup da bin yıldır kullandığımız kelimelerin günümüzde okumuşlarımız arasında bile yanlış telâffuzu, korkunç bir kültür çöküşünün ve süratle düşen zevk seviyesinin göstergesidir. Dilimizdeki birçok kelime, çok eskiden, Arapçadan girmiştir. Ama, artık bizimdir. Bizim zevkimize göre telâffuz ve kullanım kazanmıştır. Sırtımızdaki elbisenin kumaşı İngiltere ve Fransa!dan geldi diye elbisemizi çıkarıp atmıyoruz. Kültür çıplaklığı daha da çarpıcıdır. Özetlersek, Arapça, biz Türkler için; İslâmî, kültürel ve ticari olmak üzere, üç boyutlu bir ehemmiyet arzetmektedir.»
Yazar, Ali Narın sözleri de şöyle:
«Arapça, İslâm medeniyetinin müşterek bir dili ise, okullarda mecburi ders olarak okutulması şart olur. Yaygınlık ancak böyle sağlanır. Ülkemiz eğitimindeki programlar hiç de yeterli değildir. Bizim kültürümüz dine, dolayısıyla Arapçaya dayanır. Din eğitimi yapılan okullarda üzerinde hassasiyetle durulması gereken meselelerimizden biridir.»
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Topaloğlunun ise Arapçaya ilişkin sözleri oldukça çarpıcıdır. Topaloğlunun sözleri şöyledir:
«Arapça, din, felsefe, ilim, sanat, edebiyat, tarih... sahalarında kaynak dil vasfını taşıyan sayılı dillerden biridir. İnsanlığa sunuluşundan bu yana, onbeş asırdır değişikliğe uğramamış, yegâne dinî metinlerin dili olmaktan başka bu dine yani İslâmiyete bağlı bir milyar civarındaki insanın müşterek dilini de teşkil etmektedir. Bugün dünyada Kurân-ı Kerîmden başka, asliyetini muhafaza edebilmiş ilâhî bir kitap bulunmadığı gibi büyük Müslüman nüfusunun dışında aynı dini lisana bağlı kalan kalabalık kitleler bulmak da mümkün değildir. Mukaddes Kuran metninin bütün kelime ve harflerine kadar aynıyla kalması, hayatiyetini sürdürmesi, ezanın orijinal kelimeleriyle bütün İslâm beldelerinde, yerleşim merkezlerinde günde beş defa tekrar edilmesi, ibadetlerin çoğu, dua ve dinî merasimlerin din lisaniyle yapılması, Arapçayı, bir milyarın müşterek dili haline getirmiş, ve ona fevkalade bir güç ve hayatiyet kazandırmıştır. Ayrıca ticaret, turizm ve milletlerarası münasebetler açısından da, Arapça, ehemmiyetini gittikçe artırmaktadır.»
«Bütün bu gerçekler karşısında halkın yüzde doksandokuzu Müslüman olan, İslâm tarihinin askerlik, siyaset, ilim ve sanat sahalarında büyük başarılar elde etmiş bulunan milletimiz arasında ve ülkemiz içinde Arapça öğretimine gereken önem verilmemektedir.»
Türk bilim adamlarının Arapçaya ilişkin bu görüşlerinden sonra, Türkiye halklarının Arapçadan nefret ettiklerini ileri sürmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Fakat bu soruya gerçekçi ve doyurucu bir yanıt bulabilmek için Türklerin «Müslümanlaşma» sürecini, bilimsel ve belgesel verilere dayanarak çok iyi izlemek lâzımdır. Türklerin «Müslümanlığa» girdiği tarihten başlamak üzere onların İslâma ve Arapçaya karşı izledikleri tutuma bile baktığımızda çok ilginç bulgularla karşılaşırız. Ancak rastladığımız bu bulguların çoğu onları, insaf, adalet ve mantık ölçüleri karşısında haklı çıkarmaktadır. Çünkü Türklerin ne «Müslümanlığa» girdiği günlerde, ne de o tarihten şimdiye kadar Kurândaki İslâmı hiçbir zaman anlayamamış olmalarının temel nedeni Arap ırkçılığıdır.
İslâmın mesajını kimden aldıkları, İslâmı ilk başlarda kimlerden öğrendikleri, İslâmla nasıl tanıştıkları bile belli olmayan Türklere eğer daha o günlerde Kurân ve Onun dili esaslı biçimde öğretilse idi bu sorun, hiç değilse bugünkü şiddetiyle karşımıza çıkmayacaktı. Fakat görüyoruz ki Türkler, daha bin yıl önce Kurânın ilk mesajını «İslâm» değil, «Müslümanlık» olarak ancak algılayabilmişlerdir. Bu ilk sapma çok önemlidir. Çünkü bu olay, onları Kurâna ait evrensel gerçeklerden, daha ilk adımda uzaklaştırmıştır. Onun içindir ki tarih boyunca Türkler İslâm adına, «Müslüman» ve «Tarikatçı» olarak tarih sahnesine çıkmışlardır ve son bin yıllık tarihlerini Kurâna, oldukça yabancı olan bu iki akım doğrultusunda örmüşlerdir. Bu ilgi ile hemen vurgulamak gerekir ki «Müslüman» ve «Tarikatçı» insan tipi, İslâmı algılayıp anlayabilecek bir yetenek ve kavrayış gücünü kolay kolay elde edemez. Dolayısıyla Kurânın dili olan Arapçayı da kavrayamaz. Tabiatıyla bir şeyi kavrayamamak ile onu sevmemek arasında çok yakın bir ilgi yoktur. Genelde kavranamayan, anlaşılamayan şey sevilmez, diye tahmin ederiz. Ancak bu tahminden yola çıkarak tarih boyunca Arapçayı öğrenememiş olan Türklerin bu dilden nefret ettikleri sonucunu çıkarmak mümkün değildir.
Temelde «İslâm»dan çok farklı bir anlam taşıyan «Müslümanlığa» gelince, bu iki kavram arasındaki uçurum hakkında eğer biraz bilgilenmek isterseniz, ünlü Araştırmacı, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocaka ait aşağıdaki satırlardan yararlanabilirsiniz. Yazar; «Türkiyede Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk Sufîliğine Bakışlar» adıyla kaleme aldığı eserinin önsözünde aynen şunları kaydetmektedir:
«İşte iyi bilmediğimiz bu Türkler ve İslâm konusunun, bilgisizlik ve ciddi bir tarih perspektifi yoksunluğu veya maksatlı hareket yüzünden Türkiyede yarattığı, belki bazı ideolojik kesimler tarafından da özellikle manipüle edilen, henüz iyi algılanamamış birtakım meseleleri vardır. Bunların bir kısmı terminolojik alana da yansımakta, iyi anlaşılmadığı için, değişik kesimler tarafından çok farklı biçimlerde yorumlanması sebebiyle kargaşalara sebep olmaktadır.»
«Bunlardan ?bu kitapta da sık kullanılan- bir grup, İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık terimleridir. Türkiyede yayımlanan pek çok araştırmada bunlar çoğu zaman birbiri yerine kullanılmakta, bu yüzden önemli bir fikrî karmaşa yaratılmaktadır. Oysa Türkçede kullandığımız bu terimlerin arasında çok belirgin ve önemli nüanslar vardır. Batı dillerinde bu üç kelime bir tek İslâm kelimesiyle karşılanır. Bir de ?Müslüman? anlamında kullanılan Muslim veya Musulman kelimesi vardır. Fakat Türkçede özellikle bilimsel araştırmalar söz konusu olduğunda İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık kelimeleri farklı şeyleri ifade ederler.»
«İslâm, doğrudan doğruya esasları Kurân-ı Kerime dayalı olup Hz. Muhammed tarafından insanlığa bildirildiğine inanılan ilâhî mesajı belirleyen bir terimdir, ki bu bizzat Kurânda da bu çerçevede kullanılmıştır. İslâm ilâhiyatı, bu teorik çerçeve üzerinde uğraşır. İslâmiyet ise, bu ilâhî mesajın Müslümanlar tarafından pratiğe geçirilmesi sonucu yaşanılan, kültürleşen biçimidir. Bu biçim, zamana, mekâna uyularak bu zaman ve mekân içindeki daha eski kültürel altyapıların etkisiyle değişik yorumlar, uygulamalar ve zihniyetler yaratır ki işte buna da Müslümanlık denir.»
Günümüz Türkiyesinde, kendi alanında önemli bir otorite kabul edilen bir ilim adamının yukarıdaki tespitlerine bakılacak olursa; İslâmı: Kurânda tanımlanmış şekliyle EVRENSEL BİR YÖNETİM, İNANIŞ VE YAŞAM BİÇİMİ olarak anlamak zorunlu iken, «Müslümanlığa», tek ve net bir tanım bulmak mümkün değildir. Onun içindir ki inanış biçimi «İSLÂM» olan kişi, Kurânı bir bütün olarak kabul edebilmektedir. Oysa (ister Sünnî, ister Şii, ya da başka bir mezhep ve tarikat bağlısı olsun), hemen hiçbir «Müslüman», Kurânın bütünlüğüne inanmamaktadır. Bu durum ise, İslâm akâid ilkelerine göre çok önemli sorumluluklar getirmekte, çok yönlü sosyolojik bir sorunun ortaya çıkmasını sonuçlandırmakta ve Hanîf müminlerin çok büyük sıkıntı çekmelerine, hatta hayati tehlikelerle karşı karşıya gelmelerine neden olabilmektedir!
Bu ilgiyle hemen vurgulamak gerekir ki burada değinilen sorun, temelde yine Arapçaya önem vermemenin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen, ne çoğunluktaki «Müslüman» Sünniler, ne de başta Şiiler olmak üzere Sünnilerin; «Fırak-ı Dalle», ya da «Sapkın inanç grupları» diye niteledikleri, suçlayıp aşağıladıkları hiçbir kampın bağlısı Arapçaya, Kurânın bölünmez bir parçası olarak bakmamıştır ve bakmamaktadır! Oysa bütün İslâm din bilginlerinin üzerinde görüş birliğine vardıkları ilkelerden biri de şudur: «Kuran hem söz, hem de anlam olarak vahiydir». Bugünün Türkiyesinde çoğunluğu oluşturan «Müslümanların» azınlıktaki Müminlerden farklı olarak bu ilkeye inanmıyor olması çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. Türkiyeyi belki de İslâm dünyasından koparan en büyük sorun işte budur.
Türklere özgü bir din formülünde peydahlanmış olan «Müslümanlık», tarihin akışı içinde Arap ırkçılığına karşı bir tepkinin ürünü olarak her muhit ve her döneme göre türlü şekiller ve içerikler kazanarak günümüze kadar gelmiştir. Dıştan ılımlı gözüken Sünniliği bile aşarak Hanefizme dönüşen, hatta onu da dejenere ederek onlarca tarikat şeklinde ortaya çıkan «Müslümanlık», Türkleri Kurana ve İslâma ait bütün temel değerlere karşı yabancılaştırmıştır. Bu şekillerin geçerli olduğu hiçbir dönemde ve hiçbir muhitte Arapça, ne bir yaşam dili, ne de bir bilim dili olarak ön plana çıkmıştır. Arap alfabesinin Türkler tarafından bin yıl kadar kullanılmış olması, onların, -Arapçaya sempati duymuş olsalar bile- onu tam anlamıyla bir ilim ve uygarlık dili olarak (özellikle İslâmın dili olarak) benimsemiş bulundukları anlamına gelmez. Bu alfabenin vaktiyle Türkler tarafından bilinçli olarak seçilip seçilmediği de pek iyi bilinmemektedir. Nitekim Türkler, Arapçayı her ne kadar «Kurândaki İslâmın» dili olarak algılamamış olsalar bile, onu (kendi düşüncelerine uyarlayarak kurguladıkları «Müslümanlığın» dili) biçiminde değerlendirdikleri muhtemeldir. Ancak şu kadarını söylemek mümkündür: O gün için, zaman ve mekânın belirlediği şartlarda Arap alfabesini kullanmaktan başka çareleri de yoktu. Onun için böyle bir tercihte bulunmuşlardır. Çünkü Türklere özgü bir alfabe ve yazı şekli yoktur. Eğer olsaydı, mutlaka kendi yazılarını kullanarak Araplara karşı duydukları tepkiyi ortaya koyacaklardı. Bu, çok güçlü bir kanıttır. Çünkü Türkiye, Arap Alfabesinden vazgeçtiği zaman bu kez Lâtin Alfabesini almıştır. Bu da öteden beri ileri sürüldüğünün tam tersine, Türklere ait bir alfabenin ve yazı şeklinin mevcut olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Olabilir ki Türkiyede bugün bir azınlık arasında Arapçaya karşı tedirginlik yaratan ve ırkçılığı azdıran nedenlerden biri de budur. Çünkü son zamanlarda okumuş, kültür almış ve kendini yetiştirmiş olan bazı kimseler; «Arap alfabesi yüzünden Türklerin kendilerine özgü bir yazı şekli geliştiremedikleri, bu nedenle erken dönemde eser veremedikleri ve sonuç olarak Türkçeyi bir bilim dili haline getiremedikleri için» Arapçayı sorumlu tutmaktadırlar. Bu duyguyu hissedilir bir kompleks biçiminde dışa vurmamak ve küçülmemek için sözü edilen kimseler, bu konu üzerinde hiç durmak istemezler. Ancak ortaya atıldığı zaman çok rahatsız oldukları hemen anlaşılır. Çünkü bu konu Türkiyede ırkçılığı kışkırtan kimlik bunalımının önemli nedenleri arasında yer almaktadır.
Nitekim Türkiyedeki egemen «Gizli Musevi Polit Bürosu», Mosonik odaklar ve onların emrindeki «derin devlet» zaman zaman Yüksek tirajlı Yahudi gazetelerinde kalem oynatan köşe yazarları aracılığıyla bu konuları deşerler. Türkiye toplumu arasında Arap düşmanlığını körüklemek için yapay gündemler oluştururlar. İşte özellikle duyarlı hale getirilmiş böyle havalarda İslâm karşıtı birkaç figüran çıkıp örneğin, «ezanın ve ibadetlerdeki duaların Türkçe okunması gerektiği» hakkında ulu orta konuşarak zihinleri bulandırmaya çalışırlar. Birkaç gün bu dedikodular devam eder ama Arapça üzerinde hiç kimsenin yoğunlaştığı görülmez. Bu durum çok ilginçtir. Çünkü Arapça üzerinde durmak, kimlik bunalımı yarasını kaşımak demektir. Kurândaki İslâmdan uzak bir Türkün bu sızıya dayanması ise kolay değildir. Çünkü bu sancı ile birlikte onun aklına, -yanıtları oldukça sıkıntı veren- birçok soru gelir! Şimdilik bu soruların üzerinde durmak doğru olmayabilir!!!
Türkiyede Arapçanın önüne engel çıkaranlar, ona hangi suçları yüklüyorlarsa aslında bu konuda mertçe açıklama yapmalıdırlar. Çünkü bu tutum eğer sırf ırkçılıktan kaynaklanıyorsa ikna edici değildir. Hatta bugün İslâmı düpedüz bir «Arap dini» olarak algılamaya, ya da onu böyle nitelemeye kendini zorlayan binlerce insan bile bu suskunluk karşısında bir zaman gelir, sıkılabilirler. Çünkü bu bir çözümsüzlüktür. Ve çünkü Arapça eğer suçlu ise onun suçları açıkça dile getirilmeli ve «insanlar bu dili, şu veya bu zararından dolayı öğrenmemelidirler» denmeli; yok eğer böyle bir durum söz konusu değilse bu ülkede gizli ve yanlış yollarla Arapça öğrenmeğe devam eden öğrenciler artık bu dili ehlinden, serbest ve doğru yollarla öğrenme imkanına kavuşmalıdırlar; artık rahat bir nefes almalıdırlar. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı da 20 Mart 1992 günü çıkarılan yasa doğrultusunda, Arapça okutmak isteyen dershanelere artık ruhsat vermelidir.
Kuşkusuz, Arapçayı suçlamanın hiçbir mantığı yoktur. Arapçaya yüklenen sorumluluğu Araplara yüklemek daha doğru olur. Çünkü Türkleri tarih boyunca sırf bir askeri güç olarak görmüş olan Araplar, bu halkın bilim merkezlerine ve bilimsel çalışmalara yönelmesini bilerek veya bilmeyerek engellemişlerdir. Oysa İslâm bir bilim nizamıdır. Türkler, tarih boyunca daima bilim alanları dışında kaldıkları için İslâm yerine «Müslümanlık» adı altında kendi zevk ve anlayışlarına uygun bir din şekli geliştirmiş, hatta bu dinle yetinmemiş, birer bağımsız din haline gelen onlarca tarikat kurarak gittikçe Kurândan ve onun organik bir parçası olan Arapçadan uzaklaşmışlardır.
Arap ırkçılığı, günümüzde de sürmektedir. Arap dünyasının, Türkiyeyi yöneten Sabetaistlere ve Selânik Yahudilerine duyduğu tiksintiyi, -bu iki kesimle hemen hiçbir bağı bulunmayan- Türkiye halklarının tümüne yöneltmesi insaf, adalet ve mantıkla bağdaşmaz. Türkiye halkları, tarikatçılarla laikçiler arasında; Yahudilerle Araplar arasında sıkışmamalıdırlar. Ne yazık ki Türkiye halkları, Filistinlilerin yaşadığı dramın bir başka türlüsünü iki katıyla yaşamaktadırlar! Şunu çok iyi bilmek gerekir ki Araplara ve Türklere yönelik Yahudi zulmü, bu iki millete bir tek farkla yansımaktadır; o da şudur: Yahudiler Filistinlileri imha etmeye çalışıyor, fakat onların yüzüne karşı mertçe «Biz Yahudiyiz!» diyorlar; Türkiye halklarının karşısındaki Selânik Yahudileri ise Türklere ait değerleri imha ediyor, ancak onlara «Biz Müslümanız ve Türküz!» diyorlar. Araplar bu nazik durumu hiçbir zaman anlamak istememişler, çok yanlış bir genelleme yapmışlardır. Üstelik günümüz Türkiyesinde Kurânın bütünlüğüne inanan yaklaşık elli bin kadar insan da yaşamaktadır. Bu hayırlı topluluğu hiç hesaba katmamak büyük bir gaflettir.
Ayrıca 1975-1985 yılları arasında Arap ülkelerinde çalışan ve sayıları yüzbinleri geçen Türklere Arapçayı öğretmek konusunda da Arapların hiçbir ciddi çalışması olmamıştır. Bu kayıtsızlık da onların büyük bir kusuru olarak tarihe geçmiştir.
Araplar, Osmanlı döneminden kalma sorunları unutarak sahip bulundukları imkânlardan eğer son yıllarda Türkiye halklarını da yararlandırma yoluna gitselerdi bugün birçok sorunun yanında Kurâna ve Onun diline karşı güdülen yanlış tutumlar da belki zaman içinde düzelebilirdi.