Kitaplar | Konular | ARAPÇANIN ÖNEMI
3. Bilgisizlik Engeli.
Çok genel bir kavram olan bilgisizliğin, Arapçaya engel oluşturan nedenlerden biri olarak burada özelleştirilmesini yadırgayanlar olabilir. Çünkü bilgisizlik, tabiatıyla -Arapça da dahil olmak üzere- hemen her şeyle birlikte söz konusu olabilecek bir kavramdır. Bilgisizlik, birçok yanlışlığın ve başarısızlığın nedeni olarak sık sık işlenen genel bir sorundur. Bu nedenle Türkiyede Arapçanın karşısına çıkan çok özel, çok belirgin ve somut engeller arasında bilgisizlik gibi genel bir sorunun gösterilmesini tuhaf karşılayanlar olabilir. Ancak önemle vurgulamak gerekir ki bu görüşte olanlar, salt bilgisizliği, sık tekrarlarla birçok olumsuzluğun temel nedeni olarak göstermekten de kendilerini alamazlar. Onun için özellikle Arapçanın karşısına -çok yönlü ve çok sonuçlu olarak- çıkan bilgisizliği, bu önemli ilgiyle burada biraz irdelemekte yarar vardır. Kaldı ki burada Arapçaya ilişkin bilgisizlikten ilk amaç, bu dil hakkındaki genel bilgisizliktir. İkinci amaç da bu sorunun yine Türkiyede birkaç araştırmacıdan başka hiç kimse tarafından bilinmediğine dokunmaktır.
Bu tespitten de anlaşıldığı üzere, pek farkına varılamayan bu engelin sebep ve sonuçları son derece ilginçtir. Bilgi ve onun tersi olan bilgisizlik, binlerce yıldır filozofları ve düşünürleri meşgul etmektedir. Bilgisizliğin doğurduğu hemen hiçbir sonuç hayırlı ve yararlı değildir.
Önce vurgulamak gerekir ki bilgisizliğin nedenleri çoktur. Sonuçları da sayılamayacak kadar çoktur ve -tabir caizse- dallı budaklıdır. Çünkü bilgisizlik, zincirleme olarak birbirini doğuran birçok tehlikeye ve tahmin edilmedik yanlışlıklara, olumsuzluklara ve karmaşaya kaynaklık eder. Bu sonuçlardan biri de yararlıyı zararlıdan ayırt edememektir. İşte bu yönü ile bilgisizliğin sonuçlarından biri de konumuzu çok yakından ve ilginç bir açıdan ilgilendirmektedir.
Bilgisizliğin ya da bilgi eksikliğinin, son derece ilginç olarak nitelenebileceği belki tek yer, bilgiyi bilgisizlik aracılığıyla aramaktır. İşte bu, çok tehlikeli ve çok vahim bir eylem ve davranıştır. Günümüz Türkiyesinde pek yaygın biçimde yapılan yanlışlık budur. Arapça ile ilgili olarak da bu yanlışlık karşımıza sık sık çıkmaktadır.
Bilgisizliğin, önemli sonuçlarının başında Türkiyede eğitim sistemlerinin rasyonel, bilimsel ve çağdaş olmaması gelmektedir. Türkiyede gerek rejimin yönlendirdiği ideolojik eğitim, gerek tarikatların ve çeşitli sivil kuruluşların, gerekse ailelerin uyguladığı ırkçı-gerici eğitim şekilleri akılcılıktan, bilimsellikten ve çağdaşlıktan uzaktır. Bu uygulamaların hemen tamamı geleneklere dayanmaktadır ve tabiatıyla çarpıktır. Özellikle rejimin yönlendirdiği eğitim sistemi çok daha çarpıktır. Çünkü rejimin bütün uygulamaları ideolojiktir, lâikçidir, dayatmacıdır, şekilcidir ve inatçıdır. Rejimin bu konuda sergilediği dayatmacılık, inkârcılık ve inatçılık buraya sığdırılamayacak kadar büyük bir sorundur. Bunun, yakın gelecekte çözümlenmesi de hemen hemen mümkün değildir.
Türkiyede eğitim uygulamaları, akılcılıktan ve bilimsellikten uzak olduğu için bu uygulamaların etkisinde kalan toplumun genelinde kör taklit, insanbiçimcilik, putçuluk ve hurafecilik yaygınlaşmıştır. Bu olgu ise büyük ölçüde kültür fukaralığına zevksizliğe ve görgüsüzlüğe yol açmıştır. Nitekim halkının yüzde doksan dokuzunun «müslüman» olduğu ileri sürülen Türkiye toplumunda bugün, Kurândaki evrensel gerçeklerden ve bu gerçeklere insanı büyük ölçüde götüren edebiyattan, şiirden, sanattan, felsefeden hukuktan, adaletten ve mantıktan, pozitif bilimlerin hikmet ve sırlarından anlayan ve bunlardan zevk alanlar, ders ve ibret çıkaranlar, belki yüz bin kişiyi bile geçmemektedir! Toplumdaki bu yaygın gafletin bir gerçek olup olmadığını test etmek zor değildir. Dilerseniz, siz de her gün beş on kişi ile kuracağınız sıcak sohbetler sırasında örneğin; küreselleşme, çevre kirliliği, kitle imha silahları, uyuşturucu maddeler, salgın hastalıklar, terör, açlık, yoksulluk, sağlık, özgürlükler, insan hakları, medeniyetler savaşı, masonluk, Siyonizm, dünya barışı, moda, sinema, müzik ve spor gibi günümüzde tüm insanları meşgul eden konulara bir bahane ile giriniz. Ondan sonra etrafınıza bakınız, çevrenizdeki insanların sizi ne kadar tuhaf bakışlar arasında dinlediklerini ve genelde sizi anlamadıklarını gözlerinizle göreceksiniz. Demek ki örneğin, sırf cep telefonu kullanmak, televizyon seyretmek ya da kravat takmak, bilgili, bilinçli ve uygar olmak anlamına gelmemektedir.
Yabancı dilin, Özellikle Arapçanın (bir ilim ve uygarlık dili olarak) ne kadar önem taşıdığını kavrayabilmek , şüphesiz yeterli bir kültürel seviye ile ancak anlaşılabilir. Oysa bugün örneğin nefes borusu ile yemek borusunu birbirinden ayırt edemeyen, hücrenin, dokunun, alyuvarın, atomun, molekülün, adlarını bile hayatında bir kez olsun duymayan, karenin ve üçgenin bile alanını hesaplayamayan, baz ile asit arasındaki farktan haberi bulunmayan, zifiri karanlıkta bile karanfille gülün kokularını birbirinden nasıl fark edebildiğini anlatamayan, Türkiyeyi dünya haritası üzerinde gösteremeyen, hatta okuma yazma bilmeyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Bunların dünyaya getirdiği ve sözde okullara gönderip yetiştirdiği milyonlarca insan daha vardır ki bu ailelerin ve çevrelerinin etkisinden hiçbir zaman kurtulamadıkları için ?ne kadar öğrenim görürlerse görsünler-, bunların da uygarlıktan yeterli bir nasip alamadıkları ve alamayacakları açıktır. Nitekim bu ülkede doktor, Mühendis, avukat ve ekonomist gibi uzun yıllar eğitim görmüş, yüksek ihtisas yapmış nice insan vardır ki görgüden, saygı ve sevgiden yoksundurlar.
İşte uygarlığa ve onun yabancı diller gibi önemli araçlarına direnen Türkiyenin genel manzarası budur. Bilgisizliğin ve kültür fukaralığının doğurduğu zihniyet bozukluğundan sebeptir ki Avrupa olarak bildiğimiz uygar dünya, Türkiyeyi bünyesine almamak için direnmektedir. Bunun yanı sıra, dünyanın en perişan milleti olan Arap camiası bile Türkiyeyi bu yüzden hiçbir zaman İslâm aleminin organik bir parçası olarak görmek istememiştir. Bilgisizliğin ve kültür fukaralığının müteselsil biçimde doğurduğu birçok olumsuzluktan yararlanmak için Amerika ve İsrail gibi süper güçler de sadece sömürü amacıyla Türkiyeye yanaşmışlardır. Böylece yabancı milletlere ve dillerine karşı Türkiyenin duyduğu yersiz ve sebepsiz ürküntü, onu dünyada yapayalnız bırakmıştır. Bu gerçeği, bugün Türkiyede binlerce insan, «Türkün Türkten başka dostu yoktur» sözü ile dile getirmektedir.
Hiç kuşku yok ki yabancı düşmanlığı ve yabancı dillerden ürkmek uygarlaşmaya engeldir. Uygarlaşmanın bir yolu da yabancı milletlerle tanışmak onların bilime, sanata ve yaşama yaptıkları katkılardan ve hizmetlerden yararlanmaktır. Bu imkânı elde edebilmek için elbette yabancı dile önem vermek gerekir. Bu dillerin başında ise Arapça gelmektedir. Onun için günümüzde birer süper güç haline gelmiş olan Amerika ve İsrail, Arapçaya büyük önem vermektedirler. Oysa Türkiye, Arapçaya ve Ortadoğuya sırf kendi çıkarları için de olsa önem vermeye daha önceliklidir. Hem büyük yer altı zenginliklerine sahip bulunan bu ülkelere komşudur, hem de gerçekçi anlamda olmasa bile bu ülkelerle «tarihi ve kültürel bağlarla» irtibatlıdır. Ne var ki çeşitli faktörlerin de etkisi altında yaygınlaşmış bulunan bilgi eksikliği ve kültürsüzlük dolayısıyla bu ülke insanı manevi diğerlere karşı büyük ölçüde kayıtsızdır. Bu değerlerin başında ise Arapça gelmektedir.
Bilgisizlik, bilgi eksikliği, ya da yanlış bilgi, Türkiye toplumunda birbirini doğurmuş olan çeşitli ahlâk ve zihniyet bozukluklarının da aynı zamanda temel kaynağıdır. Bu sorunların başında ırkçılık, ayırımcılık ve yabancı düşmanlığı gelmektedir, örneğin son yıllara kadar Türkiyede yaygın bir Yunan düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, İran düşmanlığı ve Arap düşmanlığı vardı. Bu tutumun temelinde elbette ki başta bilgisizlik yatmaktadır. Bu eğilim, günümüzde -Avrupanın baskısı altında- hızını biraz kesmiş ise de egemen azınlık tarafından yeniden körüklenebilir!
Ayırımcılık, toplumun anlayışına da egemendir. Nitekim bu zihniyetten dolayı halk: Sünni-Alevi, lâikçi-dinci, muvahhit-putçu, hanîf-tarikatçı, ortodoks-heterodoks, sağcı-solcu, ilerici-gerici, dindar-dinsiz, mütesettire-dekolte ve hatta cahil-kültürlü diye çeşitli karşıt gruplara ve kamplara ayrılmıştır. Yasalar sözde ayırımcılığı yasaklamış olmasına rağmen Kürtlere, Araplara ve daha nice etnik gruplara, -yakın geçmişe kadar- kendi dilleriyle konuşmak bile yasaktı. Binlerce yıldır, kullandıkları orijinal dillerini bu kitlelere yasaklamanın acaba açıklaması nasıl yapılabilir? Her yasak, acaba zorla gerçekleştirilebilir mi? Eskiden şimdiye kadar -çok sıkı denetimler altında bile olsa- yasaklanmış her inanç, her düşünce ve her gelenek acaba tamamen ortadan kaldırılabilmiş midir, yoksa bunlar çok mu daha köklü biçimde yerleşmiş ve yayılmışlardır? Seksen yıldır Kürtçeyi ve Arapçayı yasaklamak Türkiyeye acaba ne gibi yararlar sağlamıştır? Bütün bu uygulamalar karşısında bugüne dek susmuş bulunan bir toplumun mantığından söz edilebilir mi? Bu sorular, ilim platformlarında uzmanlarca tarafsız olarak tartışılmaya gerçekten değer.
Bilindiği üzere Türkiye, uygar dünyanın baskısına daha fazla dayanamayarak nihayet Kürtçeyi ve Arapçayı şimdilik belli sınırlarda serbest bırakmıştır. Fakat Avrupanın baskısı altında alınmış olan bu kararda samimiyet ve dürüstlük var mıdır? Hem ayırımcılığı yasaklamak, hem de şu veya bu kitleye; sen -İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşabilirsin- ama kendi ana dilini konuşamazsın, sen çocuğuna şu ismi veremezsin, sen şu kıyafeti giyemezsin diye engeller koymak acaba ne anlama gelir? Bu çelişkiler uygar dünyaya nasıl anlatılabilir? Üstelik zaman zaman bazı yetkililer tarafından «Bin yıldır birlikte yaşadığımız Kürtlere ve Araplara Türkçeyi öğretememiş olmak büyük ayıptır» şeklinde verilen acımasız, seviyesiz ve saygısız demeçler, bu ülkeye ne kazandırabilir?!!!
Elbette ki bütün bunlar -ahlâksızlıktan çok- temelde bilgisizliğin ve onun kronik aşaması olan idraksizliğin sonuçlarındandır. Çünkü bu sözleri sarf eden insan, bir an için kendini ve mensubu olduğu egemen azınlığı başka dille konuşan bir çoğunluğun içinde küçük bir kitle olarak tasavvur edecek olsa, herhalde biraz daha düşünerek, daha dikkatli konuşmak zorunda olduğunu öğrenebilecektir. Ancak terbiye sınırlarını aşmamak için önce ağır baskı görme gereğini duymak, hele bunu bir kural olarak benimsemek vahimdir.
İşte bu idraksizliğin bir sonucudur ki dünyanın en zengin, en köklü ve en ünlü dili olan Arapça, Türkiyede, içinden çıkılmaz bir dizi sorunun konusu haline getirilmiştir. Aşağıdaki tespitlere bakınız, Arapça Türkiyede hangi odaklarca, nerelerde ve nasıl içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağına dönüştürülmüştür; şimdi de bu nokta üzerinde biraz duralım.
1. İmam-Hatip Liselerinde sözde Arapça öğretilmektedir. Oysa bu okullarda gerek ders verenlerin, gerekse mezun olanların hiç biri Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda kullanamamaktadır.
2. İlâhiyât Fakültelerinde de durum bundan farksızdır. Ne bir ilâhiyat profesörü, ne de onun mezun ettiği hiçbir öğrenci, Arapçayı sözlü ve yazılı anlatımda kullanamamaktadır. Prof. Dr. Cemal Muhtar ve Dr. Osman Zeki Soyyiğit gibi, bir iki nadir istisna, bu gerçeği yalanlamaya kalkışacaklara kanıt olarak elbette ki yetmeyecektir! Kaldı ki bu iki zat ve benzerleri, Arapçayı Türkiyede değil, öğrenim gördükleri Arap ülkelerinde öğrenmişlerdir.
3. Türkiyede çeşitli tarikat cemaatlerine ve şeyhlere ait Kurân kursları ve medreseler halen faaliyet göstermektedirler. Bu kurs ve medreselerin hepsinde de sözde Arapça tedrisat yapılmaktadır. Fakat buralarda da ne hiçbir hoca, ne de onun okuttuğu ve mezun ettiği hiçbir öğrenci Arapça bilmektedir. Bunlar sadece gramer kurallarını ezberlerler.
Bu medreselerde: Emsile, Bina, İzzi, Avamil, Zuruf, Terkib, İzhar, Kâfiye, Şarhul-Muğnî, Hallul-Maaqid, Sadullah Gewra, Netaic, Elfiye Şerhi ve Molla Cami gibi sırf gramer kitapları okutulmaktadır. Bunların çoğunu öğrenciler ?aynen Kurân ezberler gibi- ezberlemektedirler. Esasen bu ilkel uygulamanın temelinde de yine bilgisizlik yatmaktadır. Çünkü bu medreselerde ders veren hocalar o kadar bilgiden yoksundurlar ki bunlardan bir tek kişi bile örneğin «iki kere iki dört» cümlesini Arapça söyleyecek kadar bir Arapça bilgisine sahip değildir! Bu gerçek konusunda kuşkusu bulunanlar, medrese hocalarına ve hatta ilâhiyat profesörlerine gidip, örneğin şu on basit cümleyi, Arapça söylemelerini isteyerek onların ne durumda olduklarını gözleriyle görebilirler. Evet bu adamlara örneğin şu cümleleri veriniz:
1. Adam çıt bile çıkarmadı.
2. Kaza, üç kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
3. Umarım verdiğin sözde durursun.
4. Artık yürüyecek durumda değil
5. Neredeyse elimden düşecekti.
6. kendini savunmak için elinden geleni yaptı.
7. Delili ortaya koyunca, karşıtını susmak zorunda bıraktı.
8. Onun tekrar dönmesi, uzak bir ihtimal değildir.
9. Çabaları boşa çıktı.
10. İşkence en büyük suçtur.
Evet bu on cümleyi, Türkiyeli İlâhiyat profesörlerine, imamlara, müftülere, Kurân kursu ve medrese hocalarına ve hatta onların olağanüstü bir saygı ile yücelttiği tarikat şeyhlerine veriniz ve onlardan bu cümleleri Arapçaya çevirmelerini rica ediniz. Bunlar arasında edep ve görgüden biraz nasip almış olanlardan çok azının, nasıl susup belki de sizden özür dilediklerini, geriye kalanların ise nasıl öfkelendiğini ve sizden intikam almak için tahmin edilmedik yollara baş vuracaklarını bizzat görecek, hayretler içinde kalacaksınız!
Evet, Türkiyede din adamlarının ve medrese hocalarının hemen tamamı, Arapçayı, -orta düzeyde basit bir günlük hayat dili olarak bile- kullanamamaktadırlar. Örneğin kırk yılı aşkındır Siirtte Arapça ders okutulan ve çevreden çok büyük destek gören medreseler, yasalara rağmen halen faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu medreselerde ders veren sözde müderrisler bile gramatik Arapçayı kullanamamaktadırlar ve Arapça modern yayınları anlayamamaktadırlar. Bu hocaların hiç biri, hayatında bir kez bile herhangi bir konferansa, bir sempozyuma, bir panele katılmamış, bir forumda, toplumu, insanlığı ve dünyayı ilgilendiren herhangi bir konuda Arapça bilimsel bir konuşma yapmamıştır! Üstelik bu hocaların tümü de Siirtli ve Arap kökenlidirler! Bu sorunun nedenleri gayet açıktır ve şöyle özetlenebilir:
Türkiyede (Arap filolojisi hariç), Bu okul, medrese ve kursların hiç birinde, Arap ülkelerinde öğrenim görmüş, Arap kökenli bir öğretim üyesi çalıştırılmamaktadır. Arap Filolojisinde de sürekli değil, arada bir sözleşmeli personel olarak çalıştırılan sadece bir iki Arap kökenli öğretim üyelerine önem verilmediği için bu elemanlar Türkiyede uzun zaman kalamamaktadırlar. Oysa Batı dillerini öğreten üniversitelere dışarıdan getirilen sözleşmeli personel sayısı hem çoktur, hem de bunlara (aşağılık kompleksi biçiminde kendini gösteren aşırı hayranlıkla) oldukça önem verilmektedir.
Bu nedenlerin yanında ayrıca şu nokta çok önemlidir: Türkiyedeki din okullarının tamamında, keza medrese ve Kurân kurslarında sözde ders veren hocaların hepsi Türk ya da Kürt kökenlidir. Bu şahısların hiç biri, Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda kullanamamaktadır. Tabiatıyla başkalarına da bu dili öğretme imkânına sahip değildirler. Onun için bu hocaların tümü, sadece gramer kurallarını okutmaya çalışmaktadır. Sarf ve nahuw kuralları dışında Arapça olarak hiçbir şey bilmemektedirler. Bu insanlar Arapçaya o kadar yabancıdırlar ki okuttukları Nahuw ilminin adını bile yanlış telaffuz ederler. Nitekim bu hocalar da dahil Türkiyede Arapça ile ilgilenen yüz binlerce insan bu kelimeyi «nahiv» şeklinde yanlış telaffuz etmektedir!! Bu dereceye varmış olan bilgisizliğin karşısında ürpermemek mümkün değildir.
Bu nokta üzerinde eğer biraz derin düşünecek olursak özellikle Arapça ile ilgili olarak bilinçli bir bilgisizliğin ön plâna çıktığını görürüz. Bunu şöyle açıklamak mümkündür:
Yukarıda adları geçen okullar ve fakülteler tabiatıyla devlete aittirler. Öyle ise devlet, hem bir yandan Arapça bilmeyen «öğretim görevlilerini» sözde bu dili öğretmek için adeta bilinçli olarak kullanmakta, öbür yandan da yüz binlerce öğrenciyi yanıltmaktadır! Tekrar etmek gerekir ki devleti yönetenler, bu noktada bilinçlidirler. Örneğin gerek YÖK, gerekse Milli Eğitim Bakanlığı bu durumu çok net biçimde bilmektedir. Dolayısıyla bu kurumları yöneten insanların, bilgisizliği bilinçli olarak özendiriyor olmaları, açıklaması mümkün olmayan bir çelişkidir. Bu durumdan Elbette ki eninde sonunda Avrupa haberdar olacaktır. İşte o zaman Türkiye bu çelişkiyi büsbütün açıklayamayacaktır.
Bu dünyada beşerin yaptığı hiçbir şey gizli kalmaz. Hele somut ve çarpıcı gerçekleri sonsuza kadar gizlemek mümkün değildir. Aynı zamanda ne bir toplumu, ne de tüm dünya insanlarını uzun zaman yanıltmak mümkün olamamıştır. Bunu göze alabilen iktidarların, koydukları yasaların, kurdukları organizasyonların, hazırladıkları müfredatların, ve nihayet onları iktidar yapan zihniyetlerin bir gün en az bu satırlarda bütün dünyaya deşifre olduklarını bir an için düşününüz; aymazlığa, bağnazlığa, idraksizliğe ve nihayet inada ve acımasızlığa kadar varan bilgi yoksulluğunun sözde devlet adamı olmuş, öğretim üyesi olmuş, binlerce insanı aklın, bilimin ve mantığın karşısında hangi düzeylere düşürebileceğini ibretler içinde takdir edebilirsiniz. Gerek bu zihniyet, gerekse onun desteğindeki din okulları, Kurân kursları ve medreseler, hiç kuşkusuz idraksizliğe dönüşmüş bir bilgi yoksulluğunun ürünüdürler. Nitekim eğer bu toplum Kurân ile tanışmış olabilseydi İslâmın temel dili olan Kurânın diline önem verecek, hatta Türkçe, Kürtçe ve benzeri azınlık dilerini de Arapça sayesinde geliştirme imkânını elde edebilecekti.
Yetmiş milyon nüfuslu Türkiyede bugün çok iyi düzeyde Arapça bilen en az yüz kişiye ihtiyaç duyulmaktadır. İslâmı ve dini bir kenara koysak bile sosyal bilimler alanında verimli çalışmaların yapılabilmesi ve uzman insan yetiştirilmesi bakımından ileri derecede Arapça bilgisine sahip ilim adamlarına ve istihbaratçılara Türkiyede büyük gereksinim vardır. Fakat ne ilginçtir ki bugün ülkemizde bu dili en ince ayrıntılarıyla çok iyi düzeyde bilen ve onu her alanda kullanma yeteneğine sahip olan sadece birkaç kişi bulunmaktadır. Özellikle üç kişi, bu konunun üstatları sayılırlar. Bunlardan Prof Dr. Cemal Muhtar ile Dr. Osman Zeki Soyyiğit büyük bir ihmale uğramışlardır. Bir üçüncüsü daha vardır ki O da hem çok pasif bir mevkide çalıştırılmaktadır, hem de «intihal» gibi çok ağır bir ahlâkî kusur nedeniyle geniş bir çevre üzerinde olumsuz etkiler bırakmıştır!
Medrese ve Kurân kurslarına gelince bunlar, tarikatçılar ve Nurcular tarafından organize edilen odaklardır. Tabir caizse «kitaba uydurularak!» resmi statüye kavuşturulmuş çok az sayıdaki kursların dışında Türkiyede binlerce kurs ve medrese halen «illegal» olarak faaliyet göstermektedir. Bu çevrelerin tamamı «derin devletin» denetimi ve koruması altındadır. Türkiyedeki bütün medrese ve Kurân kurslarında da temelde bilgisizlikten kaynaklanan büyük yanlışlıklar sürüp gitmektedir. Bu yanlışların en büyüğü ise, Kurânın dilini bilmeden onu anlamanın mümkün olamayacağını önemsememektir. Asırlardır sürüp gelen ve zihinlerde kemikleşmiş bulunan yöntem bozuklukları, telaffuz bozuklukları, müfredatta disiplinsizlikler, kaynaklardan yararlanamama sorunları ve sapkın yorumlar üst üste yığılarak içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Yukarıda (son satırlarda) özetlenen sorunlar, Kurân kurslarını ve medreseleri Türkiyede (üfürükçülük, büyücülük, muskacılık, falcılık, mealcilik, cevşencilik, tefriciyecilik, hurafecilik, Ölücülük, medyumculuk, Nurculuk ve tarikatçılık) gibi çok yönlü tehlikelerin kaynağı haline getirmiştir. Bu tehlikelerin her biri, bu çalışmanın sınırlarını aşan ayrı ve son derece önemli birer konudur. Bunları inceleyip araştırmak ise sosyal bilimcilerin işidir.
Bilgisiz, kültürsüz hocaların ve din adamlarının elinde kalmış olan Arapça gibi bir uygarlık ve bilim dilinin Türkiyede ne büyük engellerle karşı karşıya bulunduğu, işte bu çarpıcı kanıtlar ışığında bir nebze ortaya konmuş oldu.
Bu günleri hazırlayan eski dönemlerde de durumun pek farklı olmadığı, mevcut birçok belge ve kanıtlardan açıkça anlaşılmaktadır. Bilhassa Osmanlı Devletinin yıkılmak üzere olduğu dönemde «İlmiye sınıfı» diye nitelenen «din adamları» her bakımdan çok cahil idiler. Nitekim bakınız Mehmet Akif Ersoy Safahâtında (Süleymaniye Kürsüsü bölümünde) onlar için ne diyor; Şairin mısraları aynen şöyle:
Hele ilmiyye bayağdan da aşâ bir turşu,
Bâb-ı fetvâ denilen daire ümmi koğuşu.
Evet, Mehmet Akif Ersoy, son Osmanlı döneminin istisnasız bütün din hocalarına «turşu» diyor ve önemli bir bakanlık statüsüne sahip Şeyhülİslâmlık kadrosunun tümünü «ümmi koğuşu», yani okuma yazma bilmeyenlerin kampı diye nitelemekten çekinmiyor.
Osmanlı Devleti yıkıldığı sıralarda «din adamları» böylesine belgesel biçimde teşhir edilecek kadar bilgiden yoksun bulunduklarına göre, onların hiç Arapça bilmedikleri de bu tespitten anlaşılmaktadır. Bu tespiti destekleyen bir belge de, -Pensylvania Dickinson Collage öğretim üyelerinden- ünlü Araştırmacı-Yazar, David Dean Commins tarafından yayınlanan, «İslâmic Reform; Politics and social change in Late Ottoman Syria» adındaki eserde yer almaktadır. Yazar aynen şöyle diyor:
«27 Ocak 1896da Kasımî ile beş arkadaşı, (sorgulama görevini, -herhalde kadı Arapça bilmediği için- Manininin yüklendiği) Özel Tahkikat Komisyonu önüne çıkar».
Bu belgeden açıkça anlaşılmaktadır ki, Osmanlı Devletinin, Arap eyaletlerinde görevlendirdiği hakimler bile kesinlikle Arapça bilmiyorlardı!
Türkiyeli «din adamları», aynen dünkü selefleri gibi, bugün de Kurânın dilini bir yaşam dili olarak bilmemekte ve onu yazılı ve sözlü anlatımda hiç kullanamamaktadırlar. Bu da şu anlama gelmektedir. Onlar her ne kadar Arap dil gramer kurallarını (en az on yıl kadar) sırf ezberlemeye çalışıyor iseler de, (Arapçanın terim ve deyim bilgisi, Türkçeye asla çevrilmesi mümkün olmayan yüzlerce yoğun sözcüklerin anlamları, Arap dil mantığı, klâsik metinler ve cahiliyye şiirleri ile Arap dili edebiyatının çeşitli üslup ve esprileri hakkında) hemen hiçbir şey bilmemektedirler. Örneğin Türkiyeli hiçbir «din adamı», ya da ilâhiyat profesörü, (fesâhat ve belâgat kurallarına uygun olarak; örneğin; gerektiği yerlerde, efâl-i mukarebeyi, efâl-i teaccübü, temenni ve teracci edatlarını; selb ve icâb, hasr, qasr ve îcâz, lef ve neşr) gibi daha birçok anlatım üsluplarını kullanarak beş on satırlık bir yazı bile yazamaz, beş dakika bile ahenkli ve uyumlu bir konuşma asla yapamaz.
İşte Arapça hakkındaki bilgisizlik sorununun özeti budur.