Kitaplar | Konular | ARAPÇANIN ÖNEMI

Arapçanın Türkiyede Bir İletişim Aracı Olarak Algılanamamış Olmasının Temel Nedenleri

Bunlar, başlıca iki neden olarak özetlenebilir:

Birincisi; Arapçanın dil ve edebiyat kuralları, ileri derecede ayrıntılıdır ve matematikseldir. Dolayısıyla öğrenciyi yıllarca uğraştırır. Eğer günlük konuşmada ihtiyaç duyulan anlatım pratikleriyle değil, tam tersine bu kurallardan başlayarak öğrenciye Arapça öğretmeye kalkışılırsa öğrenci hem bu dili öğrenemeyecektir; hem aynı zamanda bir çeşit hipnoza girerek refleksini yitirecek, Arapçanın sosyal yaşamla olan ilişkisini hiçbir zaman düşünemeyecektir. sonuç olarak Arapçanın bir dil ve bir iletişim aracı olduğunu unutacaktır. Bunun yerine Arapçayı -bazı kitapları okumaya yarayan- lüks ve kutsal bir araç olarak algılayacaktır. Böylece onun zihnine bu şekilde yerleşip kemikleşen «kutsal alet» imajını daha sonra değiştirmek belki artık hiçbir zaman mümkün olamayacaktır.

Arapçanın, Türkiyede bir iletişim aracı olarak algılanamamış olmasının ikinci temel nedeni ise, bu dilin Türkçeden çok farklı bir anlatım mantığına sahip bulunmasından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce Arapça, sübjektif ve sürrealist düşünceyi dile getirmede oldukça esnek bir karakter göstermektedir. Türkçede ise bu özelliği sürekli bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla zihinsel faaliyetin ufuklar ötesine sıçrama yapmasına izin vermeyen bir dilin etkisinde yaşayan insan, Arapça karşısında adeta bocalayarak kendi ana dilinin dar alanına geri çekilmek zorunda kalacaktır. İşte bu gizli şok, Arapça öğrenen insanın dikkatini bu dilin sosyal yaşamla olan ilişkisinden hemen uzaklaştırır.

Arapça bir amaç mıdır, bir araç mıdır? Eğer bir araç ise (ki her dil gibi o da bir iletişim aracıdır, ama), bu dilin de aracı olan gramer kuralları neden Türkiyede -tarih boyunca- sürekli şekilde amaç olarak algılanmıştır? Bu sorular çok önemlidir. Bu sorulara, burada yanıt aramanın bugün için artık zorunlu ve haklı nedenleri vardır. Çünkü Arapçanın kendisi değil, fakat bu dilin grameri yüzyıllardır Türklerin önemli bir kesimini oldukça meşgul etmiştir. Arapçanın Türkiyede bir dil olarak, bir iletişim aracı olarak, şimdiye kadar anlaşılamamış olmasında ise yukarıda sıralanan iki nedenin etkisi büyüktür.

İlginçtir ki Türkler ve onların yönetiminde yaşamış kitleler tarafından gerek Kurânın, gerekse İslâmın, net ve gerçek ölçüleri içinde ve yeterince şimdilere dek anlaşılamamış olmasının temelinde de yine Arapçanın bu iki özelliğinden kaynaklanan çok yönlü nedenler vardır. Bu sorun, aynı zamanda Türkçenin, Arapça karşısında yetersiz kalmış olması şeklinde de bir nebze açıklanabilir.

Türkçe, -hem asırlar önce sırf göçebe ve asker olarak yaşamış toplulukların dili olması bakımından, hem de Türklerin «Müslümanlığa» girişinden sonra çeşitli nedenlerle hiç gelişmediği için-, son derece kısır kalmıştır. Bu iki sebepten dolayı, örneğin; Arapça ve Fransızca gibi dillerde çok rahat ifade edilebilecek bir yorumu Türkçe olarak yansıtmak genelde zordur, bazen de hemen hemen mümkün değildir.

Bu ilgiyle burada, -bilime karşı doğmuş bulunan sorumluluk gereği- açıklanması adeta zorunlu olan önemli bir nokta vardır, o da şudur:

Bir düşüncenin, tez, antitez ve sentez aşamalarında zihinsel ve mantıksal süreçleri izleyebilmek amacıyla o düşünceye ilişkin öznel, kurgusal ve kuramsal önermeleri, anlatım ve yorumları Türkçe olarak yansıtmak büyük ölçüde zordur ve çoğu kez de olanak dışıdır. Bu nedenle Türkçe, kendi öz kaynaklarına dayanarak tarihin hiçbir döneminde edebiyat, sanat, diyalektik, din ve felsefe dili olamamıştır; bundan sonra olabileceği de pek mümkün gözükmemektedir.

Yine bu etkiyledir ki Arapça ile meşgul olmuş bir Türkün, onu (yani Arapçayı), bir dil olarak algıladığına pek rastlanmamıştır. Tarih boyunca Arapçaya yönelmiş hemen her Türkün, bu dili bir konuşma ve anlatım aracı olarak algılayamamış olmasının temel nedeni Türkçenin, Arapçayı insan zihnine taşıyamamış olmasından kaynaklanmıştır. Dolayısıyladır ki Türkler, Arapça diye hep onun grameriyle meşgul olmuş, Arap dilinin yüzlerce gramer kuralını asırlar boyu ezberlemeye çalışmışlardır. Bu ilginç olaydan haberdar olan Aydın Araplar da daima hayretlerini ifade etmiş, fakat meselenin içyüzünü -Türkçe bilmedikleri için- anlayamamışlardır.

Arapçanın (ve dolayısıyla Kurânın ve İslâmın da) Türkiyede, şimdiye dek anlaşılamamış olmasında rol oynayan yukarıdaki üç neden üzerinde biraz durmakta yarar vardır.

Bunlardan birincisi, Arapça dil ve edebiyat kurallarına özgü disiplinlerdir. Arapçanın temel gramer kuralları, ilk kez Hz Ali (m. 599-662) ve Onun hizmetinde bulunan Ebul-Eswed Ed-Duelî (605-688) tarafından yaklaşık 1400 yıl önce belirlenmiştir. Onlardan hemen sonra Arap dilinin disiplinleriyle oldukça ilgilenen ünlü bir bilgin daha yaşamıştır ki bu zat, kısaca Sibeweyh olarak tanınan İran kökenli Ebu Bişr, Amr bin Osman bin Qamberdir. (? - 797), Sibeweyh, Arap dilinin hemen bütün kurallarını çok esaslı biçimde ve bütün ayrıntılarıyla «El-Kitâb» adlı, meşhur eserinde bir araya getirmiştir. Ondan sonra da tarih boyunca gerek Araplar, gerekse İslâma (ya da «müslümanlığa») mensup çeşitli milletlerden ilim adamları, bu dalda eserler vermişlerdir. Bunların başında özellikle ünlü şahsiyetlerden bir grup vardır ki, İslâm bilim hazinesine Arap dil kurallarını konu alan dev yapıtlar armağan etmişlerdir. İşte isimleri:

İbn Sikkît, Ebu Yusuf Yaqûb b. İshâq (öl. H. 244), Ebu Osman el-Mâiznî (öl. H. 247), Ebul-Abbâs, Muhammed b. Yezîd el-Mubarrad (öl. H. 285), Ebu İshâq İbrâhîm b. Seriyy b. Sehl ez-Zejjâj (öl. H. 311), Ebul-Qâsım Abdurrahmân b. İshâq Ez-Zejjâjî (öl. H. 337), İbn Qoutiyya Ebubekr Muhammed b. Omar b. Abdilaziz b. İbrâhîm (öl. H. 367), Ebubekr Muhammed b Hasan ez-Zubeydî (öl. H. 379), Ebul-Feth Osman b. Jinnî (öl. H. 392), Ebubekr Abdulqâdir b. Abdirrahmân b. Muhammed El-Jurjânî (öl. H. 471), Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Hişâm (öl. H. 571), Ebul-Qâsım Jarullâh Muhmûd b. Omar Ez-Zemakhsharî (öl. H. 538).

Gerek bu şahsiyetlerin, gerekse -müslim ve gayri müslim-, daha birçok ilim adamının tarih boyunca Arap dili üzerinde yaptıkları çalışmalar, tabiatıyla bu dilin önemini ortaya koyan güçlü kanıtların başında gelmektedir. Türk dil gramerinin, ancak 1900lerin başında kaleme alındığını düşündüğünüz zaman, hem Türkçe ile Arapçayı her bakımdan karşılaştırmanın olanaksızlığını biraz olsun kestirmiş bulunursunuz, hem de Türk insanının (Arapça öğrenmesi şöyle dursun), bu dilin bir iletişim aracı olduğunu anlamakta bile onun ne kadar zorlanabileceği hakkında bir tahmin yürütebilirsiniz.

Esasen İslâmdan önce de çok zengin iken Arapça, Kurânın inmesiyle birlikte engin bir denize dönüşmüş, çok yönlü, yoğun ve kuşatıcı karakterine paralel olarak bol malzemeli sağlam bir altyapıya kavuşmuştur. Arap dil grameri;

1. SARF (türetme ve fiil çekimleri),
2. NAHUW (kelimenin cümle içindeki son sesini belirleyici kurallar) olmak üzere iki kol olarak gelişmiş ve kurumlaşmıştır.

Bu iki kolda da bin yıldan daha uzun bir zamandır -biraz önce söylendiği gibi- yüzlerce eser yazılmıştır. Her iki kol, «Qawâidul-Luğah» diye ortak bir ad altında hem edebiyatı, hem de İslâmî ilimleri beslemiştir. Büyük ihtimalle -bu kurallar çok iyi bilinmediği taktirde Kurânın yanlış okunup, yanlış yorumlanabileceği kaygısıyla- sürekli şekilde yapılan korkutucu uyarılar neticesinde, özellikle Türkler Arapçadan çok, bu kurallara yönelmişlerdir. Ancak bu konuda zamanla tutucu bir yaklaşım izleyerek, -bir araçtan öte, herhangi bir anlam taşımayan- Arap dil grameri, Türklerin zihninde Hem Kurânın, hem de Arapçanın yerini işgal etmiştir. «Benim oğlum Bina okur, döner döner yine okur» özdeyişi bunu kanıtlamaktadır!

Burada, tekrar etmekte yarar vardır ki, Arapçanın Türkler tarafından bir iletişim aracı niteliğinde hiçbir zaman algılanamamış olmasının temel nedeni, bu dilin Türkçeden çok farklı bir anlatım mantığına sahip olmasından kaynaklanmıştır.

Örneğin bir Türk; «fırsatı kaçırdım» der. Arap ise bunu; «fâtetnil-fursah», yani: «fırsat beni geçti» şeklinde ifade eder.

Yine Türk; «çalışan kazanır» der. Arap ise bunu; «men?ictehede fâz», yani: «kim ki çalışırsa o kazanır» biçiminde dile getirir. Hatta bunu geçmiş zaman kipiyle söyler; yani şöyle der: «kim ki çalıştı kazandı»:

Yine Türk; «öfke ile kalkan, zararla oturur» der. Arap ise bunu; «Mâ nehada ehadun gâdyben illâ jelese khâsira», yani: «öfke ile kalkan bir kimse yoktur ki zararla oturmuş olmasın». Tüme varımla yapılan bu tür anlatım tarzına, Arap dil edebiyatında «Nefiy ve İspat» sistemi denir.

Bunlara benzer yüzlerce örnek vermek mümkündür. İşte bu örtüşmesi mümkün olmayan anlatım tarzları, Türk insanını oldukça meşgul etmektedir. Dolayısıyladır ki dünya mütercimleri arasında özellikle Türkçeden Arapçaya tercüme yapanlar adeta işkence içinde yaşarlar. Nitekim Türkçeden Arapçaya (özellikle simültane -ânî ve sözlü- tercüme yapan) başarılı hiçbir mütercime rastlanmamıştır.

Bu ilgiyle çok önemli bir gerçeği burada açıklamak gerekir; 1975-1990 yılları arasında Türkiyeli müteahhitlik firmalarına, Arap ülkeleri kapılarını açtılar. Bu süre zarfında Türkiyelilerle Araplar arasında meydana gelen sorunların en büyük nedeni, daima yanlış ya da yetersiz tercüme oldu.

Yine tekrar edelim ki, Arapçanın, Türkler tarafından bir iletişim aracı olarak şimdiye kadar algılanamamış olmasının ikinci nedeni, sübjektif ve sürrealist düşünceleri dile getirmede bu dilin, sınırsız denebilecek olağanüstü bir kapasite ve karaktere sahip bulunuyor olmasıdır. Bu konuda esasen dünya dilleri arasında Arapça ile boy ölçüşebilecek hemen hiçbir dil yoktur. Bu nedenledir ki Arapça, oryantalistlerin ve birçok yabancı ilim adamlarının daima ilgi odağı haline gelmiştir.

Arap dilinin köklü karakterleri bu dili adeta ebedileştirmiştir. Örneğin;

1. Arapçadaki doğal türeme özelliği,
2. Eşanlamlıların bolluğu,
3. Aynı kelimenin farklı yerlerde farklı anlam vermesi,
4. Kelimeler ve kesitler arası ilişkilerle aynı anda birçok şeyin ifade edilebilmesi,
5. Yerine göre tüme varım ya da tümden gelim yöntemleriyle ifadelerin matematiksel netlikte somutlaştırılması gibi bu dile özgü karakterler, onun başka bir dile (özellikle Türkçeye) sığmasını zorlaştırmıştır.

Onun için hayal gücünün alabildiğine sınırlarını zorlayarak, gönül ikliminin her çeşit esintilerini, aşk, sevdâ, sevgi, nefret, cesaret ve korku gibi çeşitli duyguları, vicdanın sesini, imanın coşkularını çok rahat, çok akıcı ve çok çarpıcı anlatım tarzları içinde resim gibi tablolaştırarak Arapça dile getirmek için mutlaka edip olmak gerekmez. Bu dilden iyi nasip almış olanlar vasat bir konuşma ya da bir yazı parçasıyla da dinleyicilerini ve okuyucularını mest edebilirler. Elbette ki her dilin ustaları vardır ve Türkçeyi de çok güzel kullananlar bulunur. Fakat Arapçadaki çarpıcılığı Türkçede yansıtmak kolay değildir.

İşte Arapçanın, Türk insanı tarafından bir dil, bir iletişim aracı olarak şimdilere dek algılanamamış olmasının temelinde bu nedenler bulunmaktadır.


Konular