Kitaplar | Konular | Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
Müslüman Alemine Tecavüzler..
Hıristiyan taassubunun en canlı misalini «Endülüs» hâdiseleri teşkil eder. Bu ülkenin asırlar boyu İslâmın elinde kalması, haçlıların asla hazin edemedikleri bir meseledir. Koyu katolik olan «Endülüs» halkı müslümanlardan gördüğü iyi muamele ve bu sayede sahip ve şahit olduğu muhteşem eserlere rağmen îslâmiyetin üstünlük ve asaletini bir türlü hazmedememiştir.
«Endülüs»e yapılan baskının hakikî sebep ve saiki Ehl-i Salib muharebelerinden dolayı garblıların ruhunda biriken intikam duygularında aramak lâzımdır. Haçlılar, şarka yaptıkları hücumlarda mağlûp olduklarından ters yüzü ve eli boş geriye dönmüşler yüreklerinde müslümanlara karşı kin ve nefret alevlenmşitir. Artık bir daha şarka hücum ve taarruz etmelerine imkân kalmayınca garbda «Endülüs» e taarruz ve tecavüz suretiyle ruhlarında yanan ateşi söndürmek zorunda kalmışlardır. Haçlıların bu saldırışı gayet vahşiyâne ve canavarca olmuştur. Garb medeniyet âlemi için ebedî bir leke teşkil eden engizisyon mahkemeleri, bu mahkemelerin baş vurduğu korkunç ve tüyler ürpertici işkenceler, insan kafası kesmek için icat edilen baltalar hep orada görülmüştür. Endülüste müslümanlar aleyhine korkunç mezalim ve işkenceler devam ederken diğer müslüman memleketlerin bu facialara seyirci kalmaları da esef olunacak hallerdendir. O zaman müslüman memleketler oldukça kuvvetli ve Endülüs'e yardım edecek vaziyette idiler. Bunu yapmadılar. Biz bunu, islâm güneşinin kararmağa bağladığı tarihe mebde, addederiz. Endülüs'ün kolay bir lokma gibi garblılar tarafından yutulması, onların cesaret lerini artt ırmış bize olan kinlerini alevlemiştir. Bereket versin ki, Osmanlı Türkleri tarih sahnesinde boy göstermeğe bağlamış ve onların himmet ve gayretleri işin daha ziyade ilerlemesine mâni olmuştur.
Osmanl ı Türklerinin muhteşem varlığı ve kuvveti ve Avrupaya yaptığı baskınlarla kazandığı zaferler, garbın gözünü müthiş surette yıldırmış ve onları sindirmiştir. Artık Ehl-i Salib kendinde müslüman memleketlerine tecavüz cesaretini bulamamıştır.
* * *
M üslüman dünyasının bölündüğü üç halifeliğin en küçüğü olan «Endülüs» devleti sekiz asırlık müddet-i hayatında «Leon», «Castille», «Navarre» ve «Aragon» kirallıklariyle daimî bir savaş hâlinde idi. Garbdaki Emevî hilâfet sairesi onuncu ve onbirinci asırlardaki hıristiyan tecavüzlerinden bunaldığı sıralarda, şarktaki Abbasî hilâfet dairesinin Şiî, İsmaüî ve Kamaratî istilalariyle hâkimiyetleri altında bir gölge gibi kalması da Bizans İmparatorluğunu da ümide kaptırmış o da hattâ tâ Hicaz'ın istilâ ve imhası gibi hıristiyanlığın büyük hedefine doğru yol almağa heveslemnişti.
Buna dair Rene Grousset'in Bizansname ismindeki eserinden şu parçalan iktibas ediyoruz :
«Arab ırkının inhitatı ve İran inhitatiyle Bizansın istirdat hareketi arasındaki silik vaziyeti hakkında hakaretamiz imâlardan sonra Bizans Ehi-i Salibinin tam bir programı geliyor.»
M üslümanlığı temelinden tehdit eden Bizans İmparatorunun bu koyu taassup programı da şöyle ifade edilmektedir:
« Karanl ık gecelere benzeyen asker yığınlarım peşime takarak «Mekke» üzerine yürüyeceğim. O şehri zaptedip mevcudatın en hayırlısı olan Mesih için orada bir taht kuracağım. Ondan sonra «Kudüs»e teveccüh edeceğim. Şark ile garbı fethedip Salibin dinini her tarafa yayacağım.»
Saltanat devrini bir istirdat kahraman ı şeklinde geçiren «Nicephore Phoccas. Girid ve Kıbrıs adalariyle Adana havalisi ve Suriyeyi Arablardan geri alm ış ve Nusaybin'e kadar şimalî Irak'ı yağma ve tahrip etmişti. Yine aynı Fransız müellifinin eserinden İslâmm o günkü vaziyetini anlatan şu parçayı olduğu gibi aşağıya alıyoruz:
«Uğradığı tefrikalar yüzünden mefluç bir hâle gelen islâm âlemi, o sırada hıristiyan müstevliye karşı müşterek bir harekete muktedir değildi.»
Buraya bir de bir Rus tarih çisinin şayan-ı ibret yazısını alacağız. Rus profesörü Vasiliev'in yazdığı «Bizans ımparatorluğunun Tarihi» nam eserin 1932 tarihinde Pariste Fransızca olarak basılan tercemesinin 408 - 410 uncu sahifelerinde bu kötü vaziyet şöyle tasvir edilmektedir:
«Müslümanlar hiç bîr zaman Phocas'ın kendilerini uğrattığı zillet derecesine düşmemişlerdi. Adana ve Antakya ile beraber Suriyenin bir kısmını ellerinden almış ve islâm arazisinin mühim bir kısmını da Bizans imparatorluğunun yüksek hâkimiyeti altına sokmuştu. On birinci asır Arab tarihçilerinden Antakyalı « Yahya ibni Said »in izahına göre islâm eyaletlerinin ahalisi Bizanslıların bütün Suriye ile diğer bir takım vilâyetleri zaptedeceğinden ve tekmil o arazinin Rumlara ait olacağından emindi.
«Nicephoren un akınları, askerleri için bir zevk oldu; zira hiç kimse kendilerine taarruz etmiyor ve karşı gelmiyordu, imparator, canı nereye isterse oraya doğru ilerliyor, istediği yeri yıkıyor ve kendisini ondan çevirecek veyahut istediğini yapmaktan menedecek hiç bir müslümana tesadüf etmiyordu.»
Bütün bunları okuduktan sonra Osmanlı Türklerinin, bu mağrur Bizanslılarla, diğer garb devletlerinin karşısına çıkıp îslâmın şan ve şerefini kurtarmak ve sönmekte olan meş'alesini canlandırmak için yaptığı hizmetlerin ehemmiyet ve azameti daha iyi anlaşılır.
Türklerin müslümanlığa yaptığı bu muhteşem hizmetler vesilesiyle tarihin bir sırrını çözmek ve bir muammanın mânâsına ermek mümkündür. Garb, asırlardanberi bütün gücüyle T ürkün sırtına çullanmakta, olanca hıncını bizden çıkarmak istemekte, var kuvvetini aleyhimize seferber etmiş bulunmaktadır. Bunun tek sebebinin îslâmın keskin kılına ve bayraktarı olan Türk milletinin elinden bu kudreti ve bu sıfatı nez'etmek evvelâ Türkü bu mevkie yükselten, ona bu kudreti bahşeden, Türkü Türk yapan ve onu islâm ve medeniyet dünyasının bir zamanlar tek sesi ve tek hüküm sahibi yapan faktörler ne ise onları silip süpürmek... işte bir buçuk asırdanberi menba' ve masdarını bir türlü lâyıkıyla keşfedemediğimiz sır budur. Bu sırrın peşi sıra gidenlerin, bu sırra dayanıp dolaplar döndürenlerin maskelerini bir türlü yırtamadık, foyalarını bir türlü meydana çıkaramadık.
Bir defa b ütün hıristiyan milletler ve garbın obur sömürgecileri, müslüman millet aleyhine yaptıkları devamlı tecavüzleri ve tazyikleri mazur göstermek için: Müslüman milletlerin medeniyette geriliğini, barbarlığını ileri sürüyorlar. Fakat kendilerinin istilâ ettikleri müslüman memleketlerinde yaptıkları zulüm ve şenaatten hiç bahsetmiyorlar. Müslümanlar ne zaman bir yenilik, bîr icat, bir terakki, bir kalkınmaya teşebbüs etmiş, medeniyete iyi bir hizmet yapmağa kalkmışlarsa o ıslahatı, o terakki hamlesini boğmak için harb etmek ve katliâmlar yapmağı hemen lüzumlu ve mubah görüyorlar.
Garb; m üslümanların her asil ve meşru duygusunu kötüler ve çeşitli yalan ve iftiralarla ona hücum eder. Garbın kendileri için vatanperverlik ve milliyetperverlik dedikleri şeyi, müslüman millet için taassub ismini alır. Garbın millî gurur, millî şeref ve izzetinefis dediği şey bizim için derakap mânâsını değiştirir, «ecnebi düşmanlığı» «gerilik» ismini alır. Bu mevzuda Avrupalının en büyük hedefi Türk'dür ve bir buçuk asırdır garb bu kahraman milletle meşguldür. Eğer harbler vesaire ile onun sırtını yere getiremez ise, elindeki diğer vasıtalarla, yeraltı faaliyetleri ve gizli teşekkülleriyle onu içinden vurmak ahlâkını, maneviyatını, asaletini, tarihini ve gururunu lekelemek yolunu tutar. Bizim Üçüncü Sultan Selim, Sultan Mahmut ve Sultan Mecid, hattâ hattâ Sultan Abdülâziz ve Sultan ikinci Abd ülhamid zamanlarında teceddüd ve inkılâp namiyle sarfettiğimiz bütün gayretler başta yahudiler, farmasonlar ve sömürgeciler tarafından soysuzlaştırılmak için çalışılmıştır.
Türkler yaradılışta medenî bir millettir. Garbın barbarlık ve iptidailik içinde yüzdüğü ortaçağda Türkler medeniyet yolunda çok ileri gitmiştir. Avrupanın bitaraf ilim adamları bir çok misallerle bunu tasdik ve teyit etmektedirler.
Bizim İslâmiyete hizmetimiz de bu nisbette büyüktür. Cenabı Peygamber bir hâdis-i şerifinde: «Allahın ihsanlarını milletimin elinden en evvel Türkler alacaklardır.» buyurmuştur. Bunun gibi bir çok hadîs-i şerifler, büyük Peygamberimizin milletimiz hakkındaki teveccühünü ve itimadım beyan eder ki bunların en mühimmi tstanbulun fethine ait olan hadîs-i şeriftir.
Şimdi bu malûmatın ve bu mütalealarm ışığı altında tarihin seyrini takip edelim :
* * *
Er meydan ında; tarih sahnesinde, başlan göklere kalkmış, kalbleri Allaha bağlanmış Türkler var. Bütün savletlere o göğüs geriyor. Bütün ihtiraslar ve kinler onun üzerinde toplanmış. Türk imparatorluğunun daha kuruluş devirlerinde Murad-ı Hudavendigâr gibi eşsiz kahramanlar garbın ayaklanmış bütün taassup kuvvetlerini bir hamlede yere seriyor, Ehl-i Salib topyekûn ve yeni baştan sernügûn oluyor. Burada istîdrâd kabilinden adlî bir hâdiseyi nakledeyim :
Sultan Murad, birle şmiş hıristiyan ordularının sırtını yere serip emsalsiz bir zafer ve muvaffakiyetle Bursa'ya avdet ediyor. Beraberinde esir düşmüş hıristiyan prensleri ve asilzadeleri var. Bursada görülmekte olan bir dâva var... Sultan Murad şahid olarak gösterilmiştir. Kadı meşhur Molla Şemsüddin-i Fenâri ... Hükümdara soruyor, bu bir müslüman mahkemesidir..
? Adın ne?
? Murad...
? Ananın adı?
? Gülçîçek Hatun..
? Ne iğ yaparsın?
? Türk milletine hizmetkârlık ederim.
Ne muazzam bir hâdisedir ki Kadı, Padişahın şahidliğini kabul etmiyor. Koca muzaffer ve şevketli hükümdar adaletin hükmüne boyun eğiyor ve mahkemeyi terk ediyor.
İslâm adaletinin bu en asil örneği karşısında başta Marti Godfurva olmak üzere bütün esir asilzadeler can ve gönülden müsluman oluyorlar..
Böylece bu adalet asırlar boyu ayakta durdu, bu kılınç asırlar boyu işledi.
Ve b öylece 1762 - 1769 yıllarına ulaştık Rus Çarı Katerin Osmanlılara harb açtı. Elimizden bazı yerleri kopardı. Kırımı aldı, Sivastopol'da askerî bir üs meydana getirdi. Karadenizde büyük Odesa ticaret limanını kurdu. Artık Rusya Türk İmparatorluğunun haricî siyasetinde mühim rol oynamağa başladı. Romanya prensliklerinin ve hıristiyanlığm hâmisi oldu. 1884 de Türkistanı elimizden aldı. Ondan sonra tekmil Kafkasyanın işgalini tamamladı. Artık diğer bütün garb devletleri de harekete geçmişlerdi. 1798 Temmuzunda Napolyon Bonapart Mısırı işgal etmiş 1799 tarihinde de Suriyenin cenup kısmına taarruzla Gazze, Remle ve Yafaya girmiştir. Napolyon, Alekâ kalesi önünde Cizâr Ahmet Paşadan Türkün sillesini yemiş ve yüz geri ederek geldiği yere gitmiştir. 1891 de yapılan hücumlar boşa gitmiş ise de Osmanlı devletini oldukça sarsmıştır. Bizim geçirdiğimiz bu sarsıntı diğer devletlerin de müslüman ülkelerine tecavüzlerini mümkün kılmış, Fransızlar 1830 da Cezayiri 1881 de Tunus'u aldıkları gibi 1912 tarihinde de Merakeşi ele geçirmişlerdir. 1911 senesi Ramazan - Ağustos ayında Fas hükümdarı Mollay-ı Hafîz'i ziyaretimde müşarünileyh :
? Fransızların ihtirasları kabardı. Vatanımızı işgale teşebbüs edecekler. Keyfiyeti büyük hükümdarınıza arzediniz ve yardımlarını isteyiniz demişti.
Avdetimde keyfiyeti Harbiye Mektebi M üdürü Vehib Beye (sonraları Üçüncü Ordu Kumandanı Vehib Paşa) arzettim, beraberce Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşaya gittik, bize şunları söyledi:
? Oğlum bu sene Harbiyeden diploma alacaksınız. Bir kaç fedakâr arkadaşınızla din kardeşlerimizin imdadına koşarsınız, biz de size elimizden geleni yaparız..
Felek b î nasîb milletimize yâr olmadı. Aynı sene İtalya Trablusgarbı istilâ etti ve bütün Afrika böylece müslümanların elinden, garbın emperyalist sömürgecilerinin eline geçti.
Burada bir noktay ı tekrarlamak isterim, bir kaç kitabımda yazdığım gibi: Trablusgarb, İtalyan askerî kuvvetinden ziyade, milletimizin uğradığı hıyanet yüzünden elimizden çıkmıştır. Bu hainler de malûm olan yahudilerle farmasonlardır. [5]
Bununla beraber ve hatt â yahudi ve farmasonların İtalyan meşrîk-i azamı Yahudi Nathan'dan aldıkları altmış bin altın mukabilinden Trablusgarb'daki silâhları tamir bahanesiyle İstanbula getirmek ve oradaki askeri Yemen'e sevkettirmek suretiyle hazırladıkları zemine rağmen Türk ve Trablusgarbın asil evlâtları bu lokmayı İtalyanlara kolay yutturmamışlardır. Aylarca harb etmişler ve İtalyanlara bunu pahalıya maletmişlerdir.
* * *
Garb; bununla kanaat etmedi. İngiltere 1839 tarihinde Aden'i zabt ve işgal ettikten başka Lehaç şehrini himayesine almış, Yemen'in cenup hudutlarından dokuz şehri işgal etmiştir. Bundan epey evvel İngiltere, Hindistanı zaptedip kendisine müstemleke yapmış ve şayanı dikkattir ki Hint yarımadasında yaşayan yüz elli milyon müslümanı tazyik altında bulundurmuş ve bütün zulüm ve ceberûtunu müslümanlara tatbik etmiştir. Zira Hindistanda hükümranlık Müslüman unsurlar elinde bulunuyordu. Vukuat birbirini kovalıyordu. Yine is lam ın en büyük düşmanı olan İngiltere; 1882 de Mısırı 1898 tarihinde de Sudan'ı eline geçirdi. Komşumuz ve din kardeşimiz İran senelerce Rus ve İngiliz tazyiki altında kaldı. Afganistan keza... Böylece garblıların müslüman memleketlerine reva gördükleri zulüm ve istilâ tabiatiyle aksülameller doğurdu ve garblılara, sömürgecilere, müstevlilere, emperyalistlere karşı bir ayaklanma baş gösterdi. Cezayir zulme ve işgale baş kaldırdı, isyan etti. Cezayirin cesur ve kahraman evlâdları, kadınlı, erkekli silâha sarıldı, müstevlinin kargısına dikildi. Senelerden beri en modern silâhlarla mücehhez, asri Fransız ordusu karşısında din kardeşlerimiz vatanlarının ,istiklâllerinin, dinlerinin müdafaası için arslanlar gibi çarpışıyor, elbetteki yakında zafere ulaşacak ve istiklâline sahip olacaktır.
Çin müslümanları da harekete geldiler. Onlar da istiklâlleri peşindedir. Sudan ve Trablusgarb da istiklâllerini istirdat ve esaret zincirlerini kırdılar.
B ütün bunlar müslüman âleminin henüz ayakta ve hayatta olduğunu gösteren delillerdir.
* * *
B ütün bu hâdiselere muvazi olarak garb da yürüyüşünü durdurmuş ve elini İslâm âleminin yakasından çekmiş değildir. Avrupalının bu defaki saldırışları cepheden olmaktan ziyade siyasî ve kültürel sahalardan olmaktadır. Müslümanları birbirine düşman etmek, aralarına nifak sokmak, harslarını bozmak, garb hayranlığı yaratmak, çeşitli nifak ve ahlâksızlık tohumları ekmek, bugünkü îslâm düşmanlarının baş vurdukları çarelerdir.
Bat ılıların 1804 tarihinden beri, en büyük İslâm devleti olan Osmanlı hükümetini yok etmek için sarfettikleri gayretler müthiştir. 1804 tarihi, garbın Balkan milletlerini ayaklandırdığı tarihtir. 1821 de Yunanlıları kışkırtan batılı, 1830 yılında Yunanistanm istiklâlini sağladı ve Türkiyeden ayırdı. Ondan sonra tekmil güçleriyle Balkanlarda daimî bir sûriş ve huzursuzluk yarattılar. Devletimiz senelerce komitecilerle uğraştı ve 1912 faciası vukua gelerek Rumeli elimizden gitti. Bu gidi ş, Türk ordusunun kudretsizliğinden değil, düşmanların içimize soktukları fesat ve nifak yüzünden vuku buldu.
Ondan sonra s ıra, Osmanlı devletinin büsbütün tarih sahifesinden silinmesine geldi. Bunun en kısa yolu ,bu devleti vücude getiren ana unsurları birbirine düşürmek, birbirine düşman etmekti. Türkler İttihat ve Terakki Cemiyetini, Arablar da İstiklâl Partisini kurdular. Her ikisini de kuran, her ikisini de tahrik eden dünya siyonizmidir. Ve bunu gayan-ı hayret bir maharetle yapmıştır. Her iki müslüman millet aralarına sokulan bu fesadın nereden geldiğinin farkına bile varmadılar, belki hâlâ çoğu farkında değildir. Osmanlı devleti Kümeliyi kaybettikten sonra elinde kalan memleketler ahalisinin ekseriyetini Arablar teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, Hicaz ve Yemen... Mühim bîr yekûn ve çoğunluk Arablarda idi. Birinci Dünya Savaşında İngilterenin Arab yarımadasına musallat ettiği meşhur Albay Lavrens bütün çölleri tutuşturdu ve tekmil Arabları aleyhimize ayaklandırdı. Türkler içli, dışlı düşmanlarla, cephe gerilerinde, önden arkadan mücadeleye mecbur kaldı. Bütün bu tertibat İslâmın en güvenilir, en kahraman kolu, kanadı olan Türkler aleyhine alındı. Buna rağmen Türk; dört yüz yıl her türlü hâdiselere karşı kahramanca göğüs gerdi ve en sonunda bütün bunlara inzimam eden yahudî casusluğu ve hiyaneti yüzünden mağlûp oldu ve memleketimiz işgale uğradı.
Yine bu arslan T ürk; hiyanet üstüne hiyanet, kahbelik üstüne kahbeliğe uğradığı ve vahşi hıristiyan sürülerinin barbarca izmir havalisini işgal etmeleri üzerine silâhsız, cephanesiz ve imkânsızlıklara rağmen müdhiş bir ayaklanma ve yeni baştan dört yıl süren Millî Mücadeleden sonra müstevlinin leşini yere serdi ve ordusunu denize döktü.
Son Ehl-i Salib harbini de T ürkler kazanmış ve istiklâlini haris müstemlekeci ve emperyalistlerin ellerinden kurtarmıştır. Dünyaya da bir ders vermiş, kendisini yeni bastan tanıttırınmıştır.
* * *
Tarihin bu karanl ık sahifeleri kapandı. Yeni ve beyaz sahifeler önümüze serildi. Yer yüzünde bulunan yedi yüz elli milyon Müslümanın ekseriyet-i mutlakası istiklâllerini kazanmış bir vaziyettedirler. Uzun yıllar garbın tahakküm ve esareti altında kalmış, iliklerine kadar sömürülmüş olan Müslüman milletler başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamışlardır. Hürriyet ve istiklâl ateşi kürrei arzın her köşesinde bulunan Müslümanları tutuşturmuş, Asya ve Afrika milletleri birer birer yakalarını müstevlilerden sıyırmışlardır. Hiç şüphe edilmemelidir ki Müslümanlar istiklâllerini artık kolay kolay ellerinden kaptıracak değildirler. Hem de buna, dünyanın bu. karışık durumunda kimsenin gücü yetmez. Şunu unutmamalı ki, içimize sokulan Siyonistler ve onlara bağlı teşekküller Müslüman milletleri kendi hallerine bırakacak değillerdir. Çeşitli propagandalar ve bozguncu faaliyetler komşuları birbirine düşürmek ve Müslüman milletleri birbirinden uzaklaştırmak için durmadan çalışıyor. Buna el birliğiyle çare bulmak ve her türlü fesadın önüne geçmek tedbirleri almak bugünün Müslümanları için farz-ı ayındır. Bunun için düşünülen en büyük çare ve teşekkül şu olmalıdır :
«BİRLEŞMİŞ İSLAM MİLLETLERİ»
Bu hareket zannolundu ğu kadar basit ve kolay değildir. Bundan evvel asırlarca «İttihad-ı İslâm» ismi altında fikir sahasına sürülmüş olan bu ideal bir çok istihaleler geçirmiş ve birçok manilerle karşılaşmıştır. Yahudilerin Alliance İsraelite Üniverselle, yâni dünya yahudi ittihadı fikrini tasvip ve takdir eden bazı soysuzlar «Müslüman Birliği» fikrini bir gerilik, bir taassup şeklinde tasvir etmişler ve çeşitli zehirli propagandalarla bu fikrin aleyhinde bulunmuşlardır. Yahudi emrindeki bütün dünya matbuatı bu mefkureye karşı cephe almıştır. Her memlekette yahudiye kiralanmış kalemler bu ideal aleyhine çalışmıştır.
Yer y üzünde mecmu nüfusları ondört milyonu geçmeyen ve hiç bir memlekette, hiç bir millet tarafından sevilmeyen bir avuç yahudinin ittihat ve tesanüt sayesinde ne muazzam isler ba şardığı, ne mertebe muvaffakiyetler kazandığı dünyanın hayret nazarları Önündedir. Hiç kimse bu kuvveti inkâr edemiyor.
Bu birlik, bu tesan üt, bu gayret sayesindedir ki bu bir avuç yahudi, sesini bütün dünyaya duyuruyor ve sözünü bütün insanlara dinletiyor. Hedefine ulaşmak için de gece gündüz çalışıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» fikri; Müslüman milletleri bir daha teker teker yakalayıp onları soymak ve istiklâllerini çiğnemek isteyen emperyalistlere karşı tek müdafaa caresidir. Komünizmin karşısına yıkılmaz bir set gibi çıkacağı için bütün dünyaca zaruri bir kuvvettir.
Birle şmiş İslâm Milletleri İdeali, en geniş mânasiyle bütün Müslümanlar atasında birlik ve tesanüt hissidir ki dinimizin kuruluşunda ve esasında bu fikir mevcuttur. Büyük Peygamberimiz, Müslümanlar arasında kardeşlik ve tesanütte fevkalâde ehemmiyet vermişlerdir; o derecede ki, bin üç yüz yıl bu fikir zayıflamadan ayakta durmuştur. Bugün dahi Müslümanlar orasında, diğer hiç bir dinde görülmeyen bir kardeşlik rabıta ve hissiyata mevcuttur ki, diğer dinlerde emsali görülmez. İsrail oğullan bu bağı koparmak, bu rabıtayı bozmak, bu birliği parçalamak için asırlardanberi yorulmadan çalışıyor. Başlangıçta mezheplere ayırmak suretiyle yaptığı bu işi bugün muhtelif Müslüman milletler arasına soğukluk ve nifak sokmakla yapıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» idealine hizmet edecek vasıtaların başında «Hac» müessesesi gelir, her sene dünyanın dört bucağından Kâbe-i Muazzamaya gelen yarım milyon Müslüman, Müslümanlığın mühim meselelerini gözden geçirip buna dair müdafaa ve terakki plânlan hazırlarlar ki bu sıfatla Hac; daimî ve müselsel bir İslâm kongresi demektir.
Şayanı memnuniyettir ki, uzun zamandan beri Asya ve Afrikada her sene bir İslâm kongresi toplanarak dâvalarımız gözden geçiriliyor ve lüzumlu kararlar alınıyor. Bu sebeple nev'ima bir İslâm birliği manzarası arzeder. İki senedenberi 35 milyon ahalinin hepsi Sünnî Müslüman olan Garbi Afrikadaki Nijerya hükümet merkezinde «İslâm Liderleri Kongresi» toplan makta ve m ühim kararlar almaktadır. Gayet radikal ve ehemmiyetli kararlar meyamnda şunlar vardır:
1 ? Her memlekette Müslüman kardeşliği ve tesanüdünü takviye etmek için sürekli neşriyat yapmak.
2 ? Bunun için mühim merkezlerde matbaalar ve neşriyat müesseseleri meydana getirmek.
3 ? Müslüman münevverlerini müteaddit seyahatlerle İslâm ülkelerinde dolaştırıp aramızda yakınlık tesis etmek vs tesanüdü takviye etmek.
4 ? Müslüman milletlerden her hangi birine yapılacak tecavüz ve haksızlığa karşı el birliği ile cephe almak.
5 ? Müslüman milletler ticarî ve iktisadî münasebetlerde birbirlerine destek olarak yardımlaşma temin etmek...
Nijerya, tabi î serveti gayet bol bir memlekettir. Türkiye ile geniş mikyasta ticaret yapmak ve münasebet tesis etmek arzusundadır. Bizim için fevkalâde bir döviz kaynağıdır, İki sene üst üste toplanan bu kongreye davet ve riyaset divanına bu âciz seçilmiş isem de Celâl Bayar'ın kat'î emir ve talimatı üzerine pasaport alıp, Türk'ün sesini yükseltmek imkânını bulamadım. Ne acıdır ki israil Dışişleri Vekili Bayan Gold Meier, o bakir memleketleri karış karış gezerek müthiş iktisadî menfaatler temin etmektedir. Afrikada her gün istiklâle kavuşan milyonlarca insanın ekserisi Müslümandı. Ham madde kaynaklan, döviz hazineleriyle dolu olan bu memleketler, Türkiyeyi tercih etmekte ve bize ağabey gözüyle bakmaktadırlar. Ne çare ki yollar kapalı, imkânlar mefkud, düşmanlarımız mebzuldür. Böyle olmasa, memleketimiz için ne büyük iktisadî menfaatler elde edilebilir.
* * *
«Birleşmiş İslâm Milletleri» mefkuresini gerçekleştirmek hududuna yaklaştıran hâdiselerin başında, yukarıda da yazdığımız gibi Fransızların Cezayir'i istilâsı, Rusların Kafkasyayı zabtetmeleri, İngilizlerin Hindistan ve diğer Müslüman memleketlerini hükümleri altına alması başlıca sebep teşkil eder, Bu hareketler ve tecavüzden sonradır ki Müslüman milletlerde birle şmek ve kuvvetlenmik fikri meydana geldi. Cezayir'de Emir Abdülkadir, Kafkasya'da imam Şamil gibi büyük kahramanlar garbın hunhar müstevlilerine karşı cephe aldılar ve senelerce emperyalistlerle mücadele ettiler. Bugünkü Cezayir istiklâl hareketi, birincinin devamı ve tamamıdır. Müslüman milletler arasında maatteessüf sıkı bir rabıta ve bir teşkilât mevcut değildir. Buna rağmen sömürgecilerin istilâ hareketleri bütün İslâm âleminde aksülâmeller ve fırtınalar koparmış, Türk milletinin şanlı istiklâl savaşlarında son mânasını bulan ayaklanmalar, bizim zannolunduğu gibi uykuda olmadığımızı göstermiştir.
Garb'a ve onun zulm üne baş kaldıran hâdiseler meyaninde 1871 de Sudan'da vuku bulan büyük ihtilâli unutmamak lâzım gelir. Bu muazzam ihtilâl taa on dokuzuncu asrın son senelerine kadar İngiliz hükümetini işgal etmiştir.
Müslüman hareketi bu kadar da değildir. Afganistan ve Hindistan da İngilizlere baş kaldırmaktadır. Bu hareket daha sarka yayılmış Çin Türkistanı ve Çinin Yennan eyaletindeki Çin Müslümanları pek şiddetli kıyam ve ihtilâl tertip etmişlerdir. Zafer îslâm cephesindedir. Fakat henüz kat'î netice alınmamıştır. Bu netice, yeryüzündeki bütün dindaşlarımızın bu muazzam mefkure etrafında birleştikleri gün gerçekleşecektir. O zaman zengin Müslüman ülkeleri, refah, saadet ve emniyet içinde yaşayacaklardır. Dünya sulhuna hizmet edecek ve yer yüzünde nâzım rolü oynayacaktır. Bu ideal gerçekleşmesin diye düşmanlarımızın fevkalâde çalıştıklarını daima hatırda tutmak lâzımdır. Orta Doğunun iki büyük milleti olan Türk ve Arablar arasına suitefehhümler koyan onlardır. Aramızda bizi bile birbirimizden soğutan onlardır. Her masum fikre siyah bir leke süren onlardır. Milletleri huzursuzluklara sürükleyip bu sayede kendi refah ve servetlerini temin edenler onlardır.
Onlar kim?
Art ık Müslüman milletlerin, profesöründen en cahil köylüsüne kadar bilmeyen kalmadı. İnsanlar düşmanlarını tanıdıktan sonra gerisi kolaydır. Yeter ki, fertler ve cemiyetler dostlarını ve düşmanlarını iyi tanısınlar.
Bug ün Müslümanlık yeni hamleler ve kalkınmalar içindedir. Eski atalet ve uyuşukluğu yırtmış, zincirleri parçalamıştır. Uğradığı bütün suikastler ve taarruzlara rağmen, İslâmın güneşi koyu bulutlar arasından sıyrılmış, yine eskisi gibi nurunu; karanlıklara gömülmüş, yolunu şaşırmış kin ve ihtiras içinde bunalmış Avrupalının üstüne saçıyor. Sıcak harp, soğuk harp ve korkunç üçüncü dünya harbinin endişesi içinde huzur ve sükûnu kaybetmiş Avrupalı; Müslüman milletlerin varlığından cesaret alıyor ve bu varlık ona ümit ve teselli veriyor.
M üslümanlık bütün Afrikayı başlan başa istilâ ediyor, Afrika zencileri bu din sayesinde en kısa yoldan ve gayet sür'atle medeniyete kavuşuyor. Müslümanlık Afrikada şayanı hayret bir surette yayılıyor, orada putperestliği ortadan kaldırıyor, misyoner faaliyetini hiçe sıfıra indiriyor.
B ütün dünyada Müslümanlık kafiyen duraklamadan ilerliyor. Önüne çıkan bütün manilere ve zorluklara rağmen azimle, imanla ve yeni bir şevk ve hevesle ilerliyor. Artık Müslümanların hiç bir şeyden korkuları kalmamıştır. Bütün rakiplerini kinsiz, nefretsiz soğukkanlılıkla karşılıyor. Bu; imanından aldığı itimadın neticesidir. Garb'ın ve Amerika'lının kıymetli şahsiyetleri Müslümanlığın zaferini ve kuvvetlenmesini can ve yürekten arzuluyor.
Yahudi zek âsının mahsulü olan ve onun şeytanî metodlariyle işleyen; milletlerin dirlik ve düzenliğini bozan, müesses nizamları yıkan, mukaddesat, din, iman, mal ve mülk tanımıyan komünizmin karşısına ancak Müslümanların çıkacağını bilen garbın insaf ve idrak sahibi insanları bugün Müslümanlığın birlik içinde ve kuvvetli olmasını samimiyetle istiyorlar. Düşmanlar bunu bildikleri için var kuvvetleriyle ve çeşitli vasıtalariyle manevî cephemize saldırıyor. Bu manevî cepheyi sarsmak, ellerinden gelirse yıkmak için fasılasız çalışıyorlar. Her çareye baş vuruyorlar..
* * *
Son as ırda İslâm Birliği fikrinin mürevviçlerinden olan Cemal'üd-din Afgani bu mevzuda en ziyade gayret sarfedenlerin başında gelir. Merhum, böyle bir ittihat vücude gelmezse, M üslümanların birer birer garplı müstemlekecüer tarafından yutulacağına inanmış bir insandı. Nitekim de öyle olmuştur. Müslüman ittihadı fikrini hor ve hakir gören, yahudi ittihadı likrini hürmet ve takdirle alkışlayan bir çok soysuz düşmanlar Cemal-üd-din Afganî'nin Farmason olduğunu işâa etmekle onu gözden düşürmeğe çalışmışlardır. Müslümanlıkla Farmasonluk taban tabana zıt şevlerdir. İkisi bir araya gelmez. Bu sebeple bu mevzuda derin incelemeler yaparak işin hakikatine varmağa çalıştık. Aldığımız kat'î netice şudur: Cemal-üd-din Afganî filhakika farmason tarikatına intisab etmiştir. Sebebi de, Müslümanlığın, tekmil milliyetçilerin, bütün dindarların her türlü mukaddesatın bî aman düşmanı olan bu, beynelmilel teşekkülün, bu yahudi yataklarının hakikî mahiyetlerini anlamak ve , ona göre tedbirler almak içinmiş... Buna dair hatıraları Beyrut Üniversitesi tarih profesörleri tarafından neşredilmiştir. Turkiyenin baş olduğu, islâm ittihadı dâvasında Cemal-üd-din Afganî, bütün Müslüman milletler arasında geniş bir hüsn-ü kabule mazhar olduğu gibi büyük Türk Veziri Âli Paşa tarafından da desteklenmiştir. Âli Paşaya; şimdiki insanların kullandığı gibi mürteci denilmeyip mutaassıp denilmişti. W. Palgrave'-in Londrada neşrettiği Essays on Eastern Questions, yâni «Şark Meselelerine Ait Tetkikler» ismindeki eserinin 111 inci sahifesinde Âli Paşanın şöyle dediği yazılıdır:
«Bizim arzumuz taasubu azaltmak değil, bilâkis onu arttırmaktır.»
M üşarünileyh bu veciz beyanatiyîe pek çok şeyler ifade etmek istemiştir ki, anlayanlara ne mutlu! irtica diye bütün mukaddes hislere ve masum hareketlere saldıran insanlar, her türlü mukaddes ve asil duygulardan tecerrüd etmiş, robotlaşmış, midesi ve şehvetiyle müteharrik insanlar görmek isterler ki, bu sayede milletlere kolayca zincir vurulur ve o çeşit milletleri iliklerine kadar soymak mümkün olur. Meşhur müsteşrik Vamberi'nin Londrada 1906 tarihinde neşretmiş olduğu Wastern Culture in Eastern Lands nam eserinin 351 inci sahifesinde şu malûmatı buluyoruz:
«Kırım harbinden biraz sonra Âli Paşanın konağında, İslâm dininin uzak yerlerinden İstanbula gelmiş «İslâm Birliği» mefkûrecileri toplanmışlardı.»
Demek oluyor ki bu fikir etraf ında vaktiyle oldukça gayretler ve himmetler sarf olunmuştur. Şu var ki o gün ve bugün böyle bir ideal müthiş düşmanlarla karşı karşıyadır. Başında beynelmilel siyonizm ve onun emrindeki görünür, görünmez bütün teşekküller... Paralı, pullu, teşkilâtlı, gazeteli, kulüblü, localı, bankalı... Hülâsa her türlü imkânlara sahip ve cümlesi bir kaynaktan zehirini alan ve en ufak, en küçük, en masura arzulara, yaygaralarla, ağız birliğiyle, el birliğiyle cephe alan... Her sesi boğan, her kıpırdamayı olduğu yerde felce uğratan bir düşman... Yalanın ve iftiranın yaratıcısı bir düşman! Bu düşmanın tek... Ama tek kuvveti.. Müslümanlar arasındaki dağınıklık ve anlaşmazlıktır.
Anla şmazlıkları onlar icat ederler, araya bir fırsat sokarak bu vahdetin gerçekleşmesine onlar engel olurlar.
Beynelmilel d üşmanların teşkilât ve faaliyetlerini yenerek yeryüzünde bir İslâm birliği; bizim bulduğumuz ve düşündüğümüz tarzda bir «Birleşmiş îslâm Milletleri» mefkuresinin tahakkuku bin türlü zorluk ve mânilerle çevrilidir. Bizim elimizde vasıta olur, Müslümanlar samimî bir surette bu mefkure etrafında toplanacak olurlarsa, hasımların bütün faaliyetleri ve baltalama hareketleri boşa gider.
Biz T ürkler, böyle mukaddes bir mefkureyi kafiyen hiçe sayamayız. Bunun bu asırda bir faidesi yoktur diyemeyiz. Önümüzde canlı, tarihî ve çok kuvvetli misaller vardır. İstiklâl Savaşları... Biz bu mücadeleye girdiğimiz vakit, göğsümüzdeki imân, ruhumuzdaki vatan aşkı. gönüllerimizdeki istiklâl ateşinden başka silâhımız ve istinatgahımız yoktu. O vakit baş kumandandan dümen neferine kadar cümlemiz bir tek ümidin sıcak tesellisinden kuvvet alıyorduk O da Müslümanlığımız... Bu ümid ve bu his hiç de boş değildi. Hint yarımadasında yaşayan din kardeşlerimiz ingiliz zulüm ve ceberrutuna baş kaldırdılar, isyanlar ve mitingler tertiplediler. Kitaplar, gazeteler, bro şürler neşrettiler. Konferanslar verdiler ve Türke reva görülen bütün bu haksızlıkları İSLAMA ÇEKiLEN KILIÇ diye vasıflandırdılar ve bu isimde kitaplar neşrettiler, grevler yaptılar ve ingilizleri hayli zor duruma düşürdüler. Pakistan müslümanlan her türlü fedakârlıkta bulundular, mekteplere boykot yaptılar ve bize büyük para yardımlarında bulundular. Medeniyet dünyası ve beşeriyet önünde hakkımızı müdafaa ettiler. Biz bunun büyük faidesini gördük, nasıl inkâr edebiliriz? Bu canlı ve tarihî misaller bize müdafaa ettiğimiz tezin hiç de boş olmadığını gösteren birer vesikadır.
* * *
İslâm Birliği fikrinin tarihimizde ve bilhassa son asırda en büyük kahramanı hiç şüphesiz İkinci Sultan Abdülhamid'dir. Müşarünileyh otuz yıl fasılasız bu dâva peşinde koşmuş ve büyük izler bırakmıştır. Aleyhinde yapılan her harekette bu faaliyetin tesiri olduğu muhakkaktır. Onun zamanı saltanatında dünyanın en uzak köşelerinden muteber zevat gelerek müşarünileyhe dindarâne hürmet ve tazimlerde bulunuyordu. Bir çok insanlar bu haleti ruhiyenin bir vecd ve heyecan halinde kalıp fiilî ve amelî netice vermediğini ileri sürerler. Bu da tarafsız bir görüş değildir. «Müslüman Birliği» ideali bu asırda «taarruz» için değil «müdafaa» içindir. Faidesi de yukarıda yazdığımız gibi Millî Mücadelede görülmüştür. Dünya müslümanlarını bu ateş, harekete getirdiği gibi Türk milletini de silâhsız ve cephanesiz cephelere sevkedip mucizeler yaratmasına saik olan da bu imândır.
* * *
M üslüman kardeşliğinin bizim yaşadığımız devirde çok şayanı dikkat ve asil örneklerinden birini Trablusgarb harbi teşkil eder. İtalyanların yahudi ve mason teşkilâtı sayesinde kolayca istilâ ettikleri bu müslüman memleketinde derakab kurulan harb cephesinde Türk ve Arabların nasıl bir müslümanlık ateşi ve heyecaniyle birleştikleri, kardeş gibi omuz omuza döğüştükleri herkesi ve bütün dünyayı heyecana sevketmiş ve garbi hayli düşündürmüştü. O zaman ve ondan sonra Birinci D ünya Savaşında Mısırlı dindaşlarımızın gösterdikleri alâka ve heyecan İngilizleri ziyadesiyle sarsmıştı.
Hindistanın m üslüman liderlerinden Şeyh Muhammed Mi'metullah 1913 senesi Teşrinievvelinde Asiatic Eeview ismindeki gazetesinde: «Son Türkiye vukuatı ve müslüman Hindistan» başlıklı makalesinde şöyle yazmıştır :
«İngiliz devlet ricalinden şunu rica ediyorum: Milyonlarca Müslüman tab'anın galeyan ve hiddeti birdenbire alevlenip bir felâket doğurmadan evvel, İngiliz Hükümeti, Türk düşmanlığı siyasetini değiştirsin!..»
Bu kadar sarih, ve canl ı misaller bu dâvanın ne kadar mühim olduğunu göstermeğe kâfidir sanırım.
* * *
Birinci D ünya Harbine geliyorum. Bu harbde Türk Milleti, mucizeler vücude getirmiştir. Buna mucizeden başka bir isim verilemez. Zira; Birkaç tümen Türk askerinin çelik kaleler, dev toplar, müttefik donanmaları ve Avrupanın muazzam devletlerinin muazzam kara ve deniz ordularını, sadece göğsündeki imânla karşılayıp Gelibolu yarımadasından hüsran ve mahcubiyetle yere sermesindeki en büyük sır Türk Mehmetçiğin manevî cephesindeki kuvvetten başka bir şey değildir. O zamanın hükümeti, bütün dünya müslümanlarını cihada davet etmişti. Bu davetin boşa gittiğini söyleyenler olmuştu, kafiyen yalan! Garb devletleri idaresinde veya kontrolünde bulunan müslüman memleketlerinde bu davet fırtınalar koparmış, isyanlar doğurmuştur. Mısırda öyle büyük heyecan ve kargaşalıklar olmuştur ki, bu kasırga ancak kuvvetli İngiliz askerî birliklerinin sayesinde ört bas edilebilmiştir. Aynı zamanda Trablusgarbda ihtilâller çıkmış, İtalyanlar deniz kıyılarına kadar sürünüp atılmıştır. Bu hâdiselerde, «İki Devrin Perde Arkası» eserinin müellifi olan Süvari Miralayı Hüsameddin Ertürk beyin büyük himmeti sebketmiştir. Hüsameddin bey, bir denizaltı ile bütün şimalî Afrika memleketlerini dolaşmış ve müslüman halkların gönüllerini tutuşturmuştur. Ne çare ki nasibsiz milletimiz, kendi gafletinin eseri olarak bağrına bastırdığı bir sürü s ığıntının ve onların yeryüzündeki teşkilâtının suikast ve hiyanetine kurban giderek harbi kaybetmiş, Ehl-i Salib donanmasının memleketi mağrûrâne istilâsına şahit olmuştur.
Bizim, din karde şlerimizi cihada davet edişimiz Afrikada, İngiliz idaresinde bulunan bütün müslümanları 1915 de ihtilâle sevkettiği İngiliz hükümet ricalinin itiraflarından öğrenilmiştir.
* * *
Avrupal ının maskesini yırtan, onun hürriyet ve insan hakları perdesi arkasında saklı zulüm ve kindar hüviyetini meydana koyan iki yüzlülüğünü bütün âleme isbat eden Versay Muahedesi İstiklâl Savaşlarında gösterdiğimiz kahramanlık ve fedakârlıkla, süngülerimizle param parça edilmişti. Bu muahedede hiç bir insan ve kahramanlığa hürmet, hiç bir ölçü ve nısfet bulunmaması ve Türk'ü bütün bütün tarihi beşerden silme gayesini gütmesi, tekmil İslâm dünyasınm dikkat nazarını çekmiş ve bütün Müslüman milletleri isyan, heyecan ve galeyana sürüklemişti. Versay muahedesi üzerine, yeryüzünde yaşayan bütün Müslüman milletler o şekilde ayaklanmış, gazaba gelmişlerdi ki, birçok Avrupalılar yeryüzünde kopacak yeni ve müthiş bir fırtınanın dehşetinden titremeğe başlamışlardır. Bu hâdisenin propaganda servisleri tarafından halk efkârından gizlenmesi için çok gayret sarfedilmiştir. Bu mesele hakkında şark ve İslâm meseleleri hakkında geniş malûmat ve ihtisas sahibi olan Leon Gaietani'nin Birinci Dünya Harbi sonunda ve 1919 senesinde dünya matbuatında çıkan şu beyanatı çok dikkate şayandır :
«Bu hiddet ve asabiyet bütün Müslüman ve şark medeniyetini kökünden sarsmıştır. Çinden Akdenize, uzak şarktan, uzak garbe kadar tekmil şark âlemi hiddet ve heyecan içindedir. Her yerde garblılardan nefret ve onlara karşı kin ateşi alev alev yanıyor. Fastaki karışıklıklar, Ceyazirdekî ayaklanmalar, Trablusgarbdaki hoşnutsuzluklar, Mısırda, Arabistanda ve çöllerde «milliyetçi grupların hareket ve faaliyetleri», bunların cümlesi aynı derin hislerin, aynı Müslüman kardeşliğinin, aynı M üslüman tesanüdünün birer tezahürüdür, şark âleminin Avrupalıya ve garb medeniyetine birer isyanıdır.»
Bu beyanat üzerinde duralım ve ondan sonraki vukuatı takip edelim. Müslüman milletler; son haddini ve son misalini Türk milletinde gördüğü garb ihtiras ve barbarlığına karsı baş kaldırmıştır. Evvelâ, bizim mîllî mücadelemiz esnasında rnaddî, manevî surette Türk milletini desteklemişler, sonra da garblıları insafa ve yola getirmek için her türlü tazyiki yapmışlar, her çareye baş vurmuşlardır.
Sonra ,asil ve kahraman T ürk milletini ve onun başardığı mucizeleri örnek alarak yer yer isyanlar ve kıyamlar tertip etmişler ve hemen hemen Müslüman milletlerin cümlesi esaret zincirlerini kırarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Şimdi tek basına, hürriyet ve istiklâli için emsalsiz kahramanlık ve sonsuz fedakârlıklar gösteren «Cezayir» kalmıştır ki onun da yakında semalarında ayyıldızlı bayrağı dalgalanacak ve kâbus o kahraman diyarın sırtından kalkacaktır.
Bütün bu hâdiseler gösteriyor kî, Müslüman milletlerin kendi aralarından ne kadar, ufak tefek ihtilâflar olursa olsun, hariçten vuku bulan tecavüz ve müdahaleler Müslümanları hemen bir gaye uğrunda birleştiriyor ki bu; teşkilâtsız ve isimsiz bir nevi «Birleşmiş islâm Milletleri» nden başka bir şey değildir.
Müslümanları birliğe ve kardeşliğe sevkeden sebeplerin başında sömürgeci ve emperyalistlerin asırlardan beri şahidi olduğumuz zulümleri ve i'tisâfları gelir. Haddizatında Müslümanları birbirine bağlayan derin kardeşlik hisleri, aynı iman esaslarında, aynı medeniyet yolunda yürüyen ve aynı mukaddes gayeye koşan, yeryüzünde barış ve saadeti hedef tutan insanların ruhlarında mevcut derin duyguların muhassalasıdır. Bu; sadece dinî değil, aynı zamanda sosyal bir ihtiyacın mahsulüdür; ve bütün dünya Müslümanları «Medeniyet-i Muhammediye» nin yeryüzüne yayılmasını kendileri için vazife bilmektedirler.
* * *
Sir T. Morison'un yazm ış olduğu England and îslâm ,yâni ingiltere ve islâm ismini taşıyan eserinde bu mevzu hakkında şu mütalâa vardır:
«Yeryüzünde hiç bir Müslüman yoktur ki; islâm medeniyetinin ölmüş olduğunu veyahut tekrar kalkınıp, genişlemeyeceğine inanmış olsun. Hakikatte herkes islâm medeniyetinin buhran geçirdiğini ve sarsıldığını kabul eder ve bunun sebeplerini bilir. Vaktiyle hıristiyanlık da insanları dar bir taassup ve zulmet içinde bırakan batıl fikirler yüzünden sukut etmişti. Ama şimdi herkes, Müslümanların inkılâblar ve yenilikler devrine girdiğini, garbe bakarak ondan şevk ve gayret aldığını ve islâm medeniyetinin yeni baştan canlandığını ayan beyan görmektedir.»
Şimdi bir de, mühim bir Müslüman şahsiyetin şayanı dikkat fikirlerini gözden geçirelim: Bu zat, tahsilini Avrupada yapmış Tuloz Üniversitesinden hukuk diploması almış Mısır hâkimlerinden «Yahya Sıddıks dır. Bu zatın Arabca olarak neşrettiği «Müslüman Milletlerin Uyanış ve intibahı» isimli eserinden şu parçayı alıyorum:
Büyük hükümetlerin müthiş bir surette silâhlanmaları yüzünden kendilerini iflâsa sürüklediklerini görüyoruz. Bu muazzam hükümetler, birbirlerine meydan okuyorlar, yekdiğerini tehdit ediyorlar. Devamlı surette ittifaklar aktediyorlar ki, bu ittifaklar dünyayı altüst edecek ve yeryüzünü harabeler, ateş ve kanlar kaplayacaktır. İstikbâl Allahındır ve onun ilâhî iradesinde başka bir şey baki değildir.
Soysuzla şmış garb âleminin bu hali, kendimize örnek etmek istediğimiz tekâmül ve terakkinin eseri midir? Acaba Avrupa iki üç asırdan beri müthiş çalışması neticesi olarak tekmil varlığını harcamış mı bulunuyor? Avrupa daha şimdiden dejenere olmuş da bunun yerine daha az soysuzlaşmış, daha az sinirli, daha genç ve gürbüz, daha sağlam milletlere mi mevkiini terkedecektir. Benim kanaatımca Avrupa yükseleceği kadar yükselmiş, zirveye ulaşmıştır. Onun bugünkü itidalden uzak, müstemlekecilik gayreti kendisi için bir kuvvet değil, bir zaaft ır. Avrupa, bugün görünen parlak kudretine ve ihtişamına rağmen eskisinden çok daha zayıftır, hastadır, muztariptir, ve bunu gizlemekten âcizdir. Artık onun kaderi taayyün etmiştir.
Avrupal ının memleketimizle olan teması ve münasebetleri bize maddî ve manevî cihetlerce hem çok iyilik etmiş, hem de çok fenalık etmiştir. Fenalık ahlâk ve siyaset cihetinden olmuştur. Müslüman milletler daimî mücadelelerle bitap düşmüşler ve parlak medeniyetleri ve müreffeh hayatları yüzünden inhitat etmişler ve tabiatiyle zayıf düşmüşlerdir. Fakat bu milletler tamamen bitmiş, mahvolmuş değillerdir! Silâh kuvvetiyle tahakküm altına alınmak istenen Müslüman milletler, Avrupalıların tazyik ve hükümleri altında dahi birlik ve tesanütlerinden bir şey kaybetmemişlerdir...
Biz M üslümanların şu son senelerde ilimde ve fende, edebiyat ve sanatta terakkimiz o derece büyük olmuştur ki, böyle giderse elli sene sonra Avrupalılara ulaşırız...
Son as ır bizim için yeni bir uyanış ve kalkınmanın mes'ut başlangıcı olacaktır. Her ırk ve millete mensup bütün Müslümanlar canlanıyorlar. Hepimiz kültür, say-ü gayret, san'at ve irfanın kıymet ve ehemmiyetini idrak ediyoruz. Şarkta müslümanlar arasında şayanı hayret bir faaliyet vardır ki bu, bundan yirmi beş yıl önce bütün dünyaya meçhuldü. Bugün şarkta ve Müslüman milletler arasında hakikî bir «efkârı umumiye» mevcuttur.
Art ık hepimiz metin olalım, çalışalım ve ümit edelim! Bugün terakki yoluna girmiş bulunuyoruz, bundan istifade edelim... Bize bu inkılâbı yaptıran bizzat Avrupalının zulmü ve istibdadıdır, inkişafımızı ve terakkimizi temin eden, Müslümanları tahrik eden âmilde Avrupa ile olan temasımızdir. Bu hal tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefetlere, mukavemetlere ve zorluklar?, karsı Allahın İradesi karşı geliyor. Avrupalının Asya halkı ve Müslüman milletler üzerindeki tehakkümü yavaş yavaş kalkıyor ve Asyanın kapıları Avrupalıların yüzüne kapanıyor! Önümüzde büyük inkılâpların eser lerini görüyoruz ki, bugüne kadar dünya tarihinde eşine rastlanmamıştır. Önümüze yeni bir devir açılıyor!»
* * *
M ısırlı müellifin kitabından mühim gördüğümüz parçaları yukarıya aldık. Müellif bu eserinde cidden kehanet derecesinde mütalâalar ileri sürmüştür. Bu eser yazıldığı zaman henüz Birinci Dünya Harbi vuku bulmamıştı. O harp bir çok hanümanlar yıktı ve medeniyeti sarstı, dünyayı sefalet ve ıstıraba boğdu. Müellif garbın müthiş silâhlanması yüzünden kendi kendini iflâsa sürüklediğini yazmıştı. Öyle de oldu ve İkinci Dünya Harbi insanlığı mahv ve perişan etti. Maddesini, mânasını harab etti, yıktı kül etti. Fakat sulh olmadı. Soğuk harb ismi altında devam ediyor. Atom, Hidrojen, Füze ve daha henüz açıklanmamış nice silâhlar icap ve istif ediliyor. Biz Müslümanlar bundan istifade etmeliyiz ve ediyoruz da... Cezayirden başka esaret zincirlerini kırmamış millet hemen hemen kalmadı. Cezayir işi de yakında halledilemezse ?ki, mutlaka halledilecektir? ki o zaman yeryüzündeki bütün Müslüman milletlerin görülmemiş bir el birliği, müthiş bir tesanüt ve hamlesi sayesinde o da istediğimiz gibi hallü fasl edilecek, yeryüzünde tahakküm ve esaret altında hiç bir Müslüman millet ve memleket kalmıyacaktır.
Her f ırsat düştükçe tekrarladığımız gibi garbın sömürgeciliği ve sultasından yakasını sıyırmış olan Müslüman milletlerin karşısında daimî, kadim ve en tehlikeli bir düşman vardır. Bu düşman «İsrail»dir ve koynumuzda cephe tutmuştur. Onun teşkilâtı, gazeteleri, propagandası, fitnesi ve fesadı ve hepsinden ziyade parası bizim baş düşmanımız ve tehlikemizdir. Bütün esaret zincirlerini kırmış, meskenet ve ataletten sıyrılmış, cehaletin acısını tatmış olan Müslüman milletler yeni ve müthiş bir inkılâp ve terakkinin içindedirler. Bunların birleşmesine, kuvvet haline gelmesine, eski şevket ve itibarı kazanmasına şimdi garb değil, daha ziyade Siyonistler mani olmak istiyor. Garb ve Amerika, bugün bütün beşeriyeti tehdit eden komünizmin karşısında en kuvvetli olarak kurulacak cephenin, mania hattının Müslümanlar olduğunu biliyor ve takdir ediyor. Onun i çin muvakkaten nazarlarımızı garblılardan çekerek israil üzerine döndürelim: Araplarla - Türkler arasında yeni bir sui tefehhüm var. Bu fesat, İsrail'den gelmiştir. Afrikada Milyonlarca Müslüman istiklâline kavuşmuştur. Oraları servet hazineleri ve ham madde kaynaklariyle tıklım tıklım doludur. İsrailin koca karı Hariciye Vekili nefes aldırmadan o bakir memleketlere koşuyor, fesat tohumunu ekiyor ve bu defa silâhla değil, iktisadî ve malî yollarla o zengin memleketleri sömürmeğe teşebbüs ediyor. Afrikanın garbında otuz beş milyon nüfuslu, hepsi zenci ve Sünnî Müslüman olan saf, temiz, iyi kalbli Nijeryalılar yukarıda yazdığımız gibi her sene bir «islâm Liderleri Kongresi» topluyor, bizi davet ediyor, fakat ben gidemiyorum. Bayar'ın emri bu... Nijeryalılar, bu, Afrika'nın bizden fersah fersah uzak köşesindeki Müslüman kardeşlerimiz diyor ki:
«İslâmın rehberi, ümidi, lideri, ağabeyi Türklerdir. Onların şanlı tarihlerini ve Islâmiyete yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı biliyoruz. Başka milletleri ve onların zâlim idaresini gördükten sonra, şimdi Türklere daha çok hürmet ediyoruz. Bu millet bizim de, bütün Müslüman milletlerin de, medeniyetin de ümidi ve meş'alesidir.»
Evet bu; bizzat o milletin r üesasının, liderlerinin kendi ifadeleridir. Ne çare ki, yahudi ve dönme; kemal-i izzet ve itibarla kollarını sallayarak gidiyor, biz yerimizde sayıyoruz. Mısırlı müellifin dediği gibi «irâde Allahındır», bu irade bizi yurdumuzda hapseden insanları, simdi bütün dünyadan tecrit ediyor, ıssız adalarda derin bir sessizliğe mahkûm ediyor...
* * *
Garb î Afrikadan bahsettik. Asya Müslümanlarının bize olan hürmet ve bağlılıkları hiç de ötekinden aşağı değildir. Bizim İstiklâl Savaşımız esnasında Hint yarımadasında yüz milyonu bulan din kardeşlerimizin Türkiye'ye reva görülen haksızlıklara karşı kopardıkları figân ve isyan ingilizleri dehşete sürüklemişti. Sir Teodor Morrison'un bu husustaki sözleri çok mühimdir, diyor ki:
«İngiliz halk efkârı şarktaki hâdiselerin vahametini anlayacak vakte gelmiştir. Türkiyenin parçalanmak istenmesinden dolayı bütün Müslüman dünya hiddet ve ateş içindedir. Kabil ve Kahire gibi merkezlerde şiddetli kargaşalıkların çıkması, bu geniş nefret ve hiddetin göze batan eserleridir. Ben, Hindistan Müslümanlariyle otuz sene temas halinde bulundum, bunun için Türk İmparatorluğunun parçalanmak istenmesine karşı Müslümanların duydukları gayet şiddetli küskünlük ve tehevvürden İngiliz halk efkârını haberdar etmeyi kendime vazife bilirim. Pek âlâ anlaşılıyor ki: Versay'da toplanan politika adamları Türk yurdu dışında Türkleri seven ve acıyan kimse yoktur zannettiler. Bu, müthiş ve felâketli bir ihtardır. Bugün Müslümanların ne derece müthiş bir infial içinde olduklarını anlamak için Londradaki Müslümanlarla konuşmak bile kâfidir. Bizzat Hindistnada Peşaver'den tutunuz da Arkot'a kadar bütün İslâm âlemi Türkiye meselesinden dolayı korkunç bir kazan gibi kaynamaktadır. Hindistan Müslüman kadınları evlerinde bu meseleden dolayı ağlıyorlar. Tüccarlar, yâni bu siyasete ehemmiyet vermeyen insanlar mağazalarını, dükkânlarını, yazıhanelerini terk ederek gösteriler, nümayişler ve protesto mitingleri yapıyorlar. Din adamları bile uzletgâh ve İbadethanelerinden, Müslümanlığın bu şekilde tahrip ve ifnasını protesto etmek için fevc fevc harekete geliyorlar.»
Bütün bu misaller gösteriyor ki bir Müslüman birliği, kardeşliği, tesanüdü ve en nihayet bir «Birleşmiş İslâm Milletleri» ideali hiç de ham bir hayal değildir. Bunu böyle tasvir ve tasavvur edenler, bu mefkurenin gerçekleşmesinden korkan insanlar ve zümrelerdir. Onlar, asırlar boyu iliklerine kadar sömürdükleri Müslüman milletleri daimî derin bir cehalet içinde görmek isterler, zira bu sayede bizim hazinelerimizi soyup, servetlerimizi yağma edebilirler. Bu mefkure aleyhinde işittiğimin ve işiteceğimiz bütün sesler aynı menbadan, aynı yerden gelir... israil oğullarından...
Onlar ın kan, ateş, zulüm, entrika ve dalavere ile elde ettik leri mukaddes topraklarda kurduklar ı fesat yuvasını methüsena etmeyen, müstevliyi gök yüzüne çıkarmayan kalem mi kaldı?
Bug ün mazide işlenmiş günahların kefâret-i zünübü gibi, gafletten ve ataletten silkinen cemiyetler ve milletler, hatalarını müdrik bir şekilde çalışıyorlar. Vücude gelen kuvvetli ordular, iktisadî ve siyasî hamleler, geceyi gündüze katan gayretler... Ve yarını milyon şehidin mübarek kanı üzerinde kurulmakta olan müstakil ve şanlı Cezayir... Bütün bunlar düşmanlarımızın aklını başından alıyor ve yürüyüşümüze çelme atmak için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. Biz de uyanık ve gayretliyiz, azimli ve kararlıyız. Bu yürüyüşü durdurmak, bu azmi ve ateşi söndürmek için düşmanlarımızın başvurdukları çarelerin en mühimmi, Müslüman mîlletler arasına nifak ve ayrılık tohumlan saçmaktır . Plânlarının basına Türk milletini bütün diğer dünya Müslümanlarından tecrit etmek gelir. Bu sebeple var kuvvetleriyle bizim üzerimize çullanmışlardır. Değerli ilim adamımız İsmail Hamî Danişmend Beyin bir konuşmasını dinledim, hatırımda kalanları aşağıya alıyorum:
«Birbirlerini tanımayan bir çok garb müellifleri şu noktada fikir birliği halindedirler, o da: Türk milletini harblerle yok etmenin, tarihten silmenin imkânsızlığı.. Yine bu müelliflerin ifadesine göre Türkleri maddeten yıkmak mümkün olmadığına göre onun binay-ı manevisine hücum ve çıkar yoldur. O halde Türkleri kendi benliklerinden uzaklaştırmak ve onları besleyen ve ayakta tutan bütün manevî faktörleri bertaraf etmek lâzımdır. Bu maksatla da garbın aleyhimizde yapmadığı kalmamıştır. O garb ki: Meselâ Kanunî Sultan Süleyman zamanında, bütün medeniyet âlemi için bir örnek teşkil eden Türk adliyesini tetkik etmek üzere ingiltere kralı Kanunî'yo adamlar göndermiş, Türk adliyesini inceletmiş ve kendi adalet mekanizmasını ona göre kurmuştur.»
Bu; hi ç şüphesiz Müslüman adaleti idi. Doğru işlediği müddetçe semeresini bol bol vermiştir.
* * *
Ortada bir hakikat var. Biz bu hakikati İslâmın doğuşundan itibaren takip edersek; mekârim-i ahlâk ve fazilet üzerine kurulmuş bir din görürüz. Bu muazzam dinin esaslarını, emirlerini ve nehiylerini tebliğ eden âyetler ve onların nüzul sırası ve sebeplerini de dikkatle incelersek, bütün beşeriyetin saadet ve selâmetini isteyen ve bütün insanları bir iman halkası etrafında kardeş telâkki eden gayet muhteşem ve muazzam bir medeniyet gözlerimizin Önünde canlanır. Biz, bu medeniyetin esasları, temelleri ve hikmetleriyle çok az meşgul olmuşuzdur. Halbuki tekmil ibadetleri ve hukuk vecibeleriyle Müslümanlık gayet esaslı ve geniş bir medeniyetin ta kendisidir.
Bug ünün ilmi; demokrasinin Müslümanlıkta esas olduğunu ve bu rejim ile idare edilen ilk İslâm hükümetleri, günün sahte ve yalnız isimden ibaret bir demokrasiyi değil, onun hakikisini yaşatıyorlardı. İlk Halife seçilen Hazreti Ebubekir'in halka yaptığı şu aşağıdaki hitabe ne kadar canlı, samimî ve manalıdır. Bakınız, büyük insan ne diyor:
«Ey millet! Sizler beni; aranızda en az lâyık olanı halifeniz olarak seçtiniz; hareketim âdilâne olduğu müddetçe beni tutunuz; olmadığı takdirde de beni tevbih ediniz ve beni uyandırınız. Makbul olan ancak doğruluk ve hakikattir. Yalan kötüdür. Ben âcizlerin müdafii olduğumdan, sizler bana ancak kanuna riayet ettiğim müddetçe itaat ediniz; fakat beni doğru yoldan en az ayrıldığımı görürseniz, artık bana itaate mecbur değilsiniz!»
Bu şahane hitabeyi dinleyen her insan bu beyandaki ve bu dîndeki büyüklüğü takdir eder. Ne yazık ki biz bu kadar haklı, bu kadar meşru, bu kadar ulvî bir dâvayı müdafaa edemiyoruz. Müslüman Türkün ilham aldığı bu hakikî medeniyetin düşmanları, bizi bu yol üzerinde gördükleri vakit yaygarayı basıyorlar. Hiç bir vicdan ve ahlâk kaydiyle mukayyet olmayan, gördükleri bunca nimet ve lûtuflara rağmen ruhlarındaki kini islâm düşmanlığını bir türlü söndüremiyen, damarlarında bir damla Türk kanı bulunmayan, ağızlan salyalı, ne, cabetsiz siyosinst ve komünist uşakları en masum ve hattâ en basit hareketlere irtica damgas ı vurmaktan haya etmezler. Zira onlar bu sayede geçiniyor, bu sayede lükslerini ve şehvetlerini tatmin ediyorlar. Bizim müdafaada gösterdiğimiz aciz, bizim dâvamızın ne kadar kutsi, ne kadar ulvî olduğunu lâyıkiyle bilmemekliğimiz Müslüman düşmanlarına kuvvet veriyor. Her şeyi bilen Allah, bundan ötürüdür ki Kelâm-ı Kadiminde cihadı, mücadeleyi ön plâna almış ve büyük dereceyi Allah yolunda mallariyle ve canlariyle mücadele edenlere tahsis buyurmuştur. Ama nerede?!.. Bizim din ve Müslümanlık anlayışımız o kadar zayıf ve biçare ki, ferdî ve derunî ihtiyaçlarımız bertaraf oldu mu, artık gerisiyle meşgul olmuyoruz. Halbuki Müslümanlık cemiyete ve beşeriyete hitab eden âlemşümul bir dindir.
______________
[5] 31 Mart Faciası ve Türk! İşte Düşmanın! isimli eserlerimizde tafsilât vardır .