Kitaplar | Konular | Hadis Tarihi
Dâru'l-Hadîs
Hadîs ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği özel eğitim müessesesi.
Kur'ân-ı Kerim'den sonra, İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan "Sünnet" ve bunun sözlü ifadesi olan "Hadis" öğretimi büyük bir önem arzeder. Hz. Peygamber, sözleri, fiilleri ve tasvipleriyle İslâmî hükümleri pratik hayata aktarmış, müslümanlar için canlı bir model olmuştur. O'nun hayatı bütünüyle iyi bilindiği ve müslümanların yaşayışına aktarıldığı ölçüde İslâmiyet ferdî ve sosyal hayatta müsbet etkisini gösterecektir.
İslâmiyet'in ilk dönemlerinde öğretim ve eğitim faaliyetleri daha çok mescid ve camilerde yürütülmekte idi. İbadet yeri olan mescidler, bu dönemde aynı zamanda dershane görevini de yapmakta idiler. Hadis öğretiminin ilk yapıldığı cami, Mescid-i Nebevî'dir. Hz. Peygamber döneminde Ashab-ı Suffâ, mescidin bir bölümünde Rasûlullah'tan hadis öğreniyorlardı. Ashab arasında en çok hadîs rivayet eden Ebu Hüreyre burada yetişmiştir. Sünen-i İbn Mâce'de rivayet edildiğine göre, bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) camide Kur'ân tilaveti, dua ve ilim öğrenmekle meşgul olan iki ayrı halkaya rastlamış ve onlara iltifat etmiştir.[110] Bu haberden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab döneminde İslâmî ilimlerin öğretildiği yer mescitlerdi.
Emevîler döneminde çocuklar için "mektepler" inşa edilirken, Abbasîler döneminde ise "medreseler" tahsil müesseseleri olarak kurulmaya başlanmıştır. Bunların dışında "mecâlis" denilen ilmî toplantılar da hadîs, ilimlerinin öğretildiği yerlerdi. Bu dönemlerde, câmi ve mescidler yine ilim merkezi olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ancak; hadîs ilminin önemi dolayısıyla sonraları, hadis ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği "dârü'l-hadîs" denilen özel müesseseler kurulmaya başlanmıştır ki, bu müesseseler birer hadîs araştırma merkezi mahiyetinde idiler.
Hadîslerin tetkîki için çok iyi düzeyde Arapça bilmek ve belâgat, tefsir, usûl-ı hadîs ve diğer şer'î ilimleri de bilmek gerekiyordu. Bunun için özel müesseseler kuruldu. Medreselerde okutulan derslerde icazet alanların kabul edildiği bu ihtisas okullarının ilki, Atabek Nureddin Mahmud İbn Zengi[111] tarafından hicrî 563 yılında Şam'da kuruldu. Kurucusunun adına nisbetle bu dârü'l-hadîs'e "Nuriye Medresesi" denildi. İkincisi Musul'da kurulan bu hadis medreseleri daha sonraları çoğaldı. Hadisle birlikte Kur'ân ilimlerinin de okutulduğu medreselere ise "dârü'l-Kur'ân ve'l-hadis" ismi verildi.
Anadolu sahasındaki ilk dârü'l-hadîs, İlhanlılar zamanında Başvezir Şemseddin Cüveynî'nin 670/1271-1272 yılında Sivas'ta kurduğu çifte minareli medresedir. Anadolu Selçukluları devrinde vezir Sahip Ata tarafından Konya'da yaptırılan ince minareli medrese, dârü'l-hadislerin en meşhurlarındandır.
Osmanlılar döneminde önce Bursa'da, sonra da II. Murat tarafından 1447 yılında Edirne'de dârü'l-hadîs kuruldu.
İstanbul'daki ilk dârü'l-hadîs ise, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Süleymaniye Camii'nin tam karşısında ve tabhanenin bulunduğu yerde kurulan Dârü'l-Hadîs'tir. Binası bugün de ayakta duran bu medrese, kubbeli bir oda, kubbesiz ondokuz odadan müteşekkildir. Süleymaniye Dârü'l-Hadîs'i, paye bakımından medreselerin en yükseği olduğu için, buraya ilk tayinlerinde müderrislere yüz akçe, bilâhare elli daha artırılarak yüzelli akçe yevmiye verilirdi. Payelerine göre dârü'l-hadîs müderrislerine verilen yevmiye on ile yüzelli akçe arasında değişiyordu. Ayrıca imkânlar nisbetinde talebelere de burs veriliyordu. Meselâ, Birgi Dârü'l-Hadîs'inde okuyan yedi öğrenciden her biri dörder akçe yevmiye alıyordu.
XV. ve XVI. yüzyıllar arasında Osmanlılar tarafından, on üçü İstanbul'da olmak üzere yirmi dârü'l-hadîs yaptırılmıştı. Geri kalanlardan ikisi Amasya'da, ikisi Edirne'de, diğerleri de İznik, Birgi ve İstip'te kuruldu. Ayrıca Anadolu'nun Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri, Sivas, Alanya, Erzurum, Urfa, Adana, Tokat, Ankara, Bursa, Manisa şehirlerinde dârü'l-hadîs'ler vardı. Evliya Çelebi'ye göre, XVII. yüzyılda dârü'l-hadîs'lerin sayısı yüzotuzbeşi buluyordu. 1882'de yapılan umûmî nüfus sayımı dolayısıyla yapılıp bastırılan istatistiğe göre, İstanbul'da çeşitli semtlerde onbir dârü'l-hadîs görülmektedir.
Dârü'l-hadîs'lerde, usûl-i hadîs ile birlikte Kütüb-i Sitte okutulurdu. Bunlardan Buhârî ve Müslîm üzerinde bilhassa durulur, hadis kritiğine oldukça önem verilirdi. Dârü'l hadîs'ler genellikle vakıf kurumları olduğu için, buralarda okutulan kitaplar, vakfın şartına, -vakıf herhangi bir şart koşmamışsa- o beldenin örfüne göre okutulan eserlerdi. Bu sebeple dârü'l-hadîs'lerde takip edilen program ve kitapları kesin olarak tespit etmek mümkün olamamaktadır. Ancak, Osmanlı âlimlerinden Kemal Paşazade'nin Edirne Dârü'l-Hadîs'inde müderris iken Sahîh-i Buhârî'ye şerh yazması[112], Mevlâna Haydar'ın ise Dârü'l-Hadis müderrisi iken Sahîh-i Buhârî'yi, Kirmânî şerhiyle birlikte okutması[113] genellikle son devirde dârü'l-hadîs'lerde metin olarak Buhârî ve şerhlerinin okutulduğunu göstermektedir.
Dârü'l-hadîs'ler en yüksek medreseler olduğu için müderrisleri hem en yüksek yevmiye alıyorlar, hem de törenlerde öteki müderrislerin önünde bulunuyorlar ve onlara başkanlık ediyorlardı. İlim, eğitim ve kültür hayatımızda önemli hizmetler gören dârü'l hadîs'ler, diğer birçok müessese gibi kapatılınca, tarihe karışmış olup; tekrar ihya edilerek İslâm'ın yeniden hâkim kılınacağı günleri beklemektedir.[114]