Kitaplar | Konular | ATEİZM VE ELEŞTİRİSİ

4. Mantıksallık ve Tanrı İnancı

Tanrı'nın varlığını birtakım iddialarla dışarıdan çürütmeye çalışan ateistler sonuçta amaçlanan hedefe ulaşamayınca, Tanrı sözcüğüyle ilgili mantıksal tahlillere (kavramsal çözümlemelere) girmişlerdir. Öncelikle Tanrı kavramının sözde bir kavram olduğunu ve gerçekliğinin bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Yine bu kavramın insan zihni tarafından üretildiğini, temelinde de insanın sebebini bilemediği olaylar karşısındaki ümit ve korkularının yattığını belirtmişlerdir. Önceki bölümde işaret edildiği gibi ateistlerin Tanrı inancını rasyonel bulmaması konuya ön yargılı yaklaşmalarının, hatta yanıltıcı ve yıkıcı bir üslûp kullanmalarının sonucu idi. Tanrı inancının mantıkî bulunmaması da benzeri bir tavrın sonucu olup tamamen ateistlerin ideolojik şartlanmalarıyla ilgilidir.
Aşkın bir Tanrı kavramını mantıkî açıdan sorgulamakla dinlerin Tanrı inançlarını eleştirme işi birbirinden ayrı şeylerdir. Birinci durumda evrensel olan yaratıcı Tanrı kavramı için herhangi bir risk bulunmamaktadır. Ancak ikinci durumda dinî yorumların bir yere kadar eleştirilebilmesi mümkün olabilmektedir. Nitekim bundan en zararlı çıkan da Hıristiyanlık dini olmuştur. Ancak Hıristiyanlığın çelişkileri, bünyesindeki paradoksları kısacası bütün problemleri kendini bağlar. Bunların başka bir din için genellenmesi söz konusu olmamalıdır.

Mantıkî olmak zorunluluğu bünyesinde paradoks barındıran sistemlerin bir problemidir. Nitekim hıristiyanların çoğunluğu teslîs, vaftiz, enkarnasyon, aslî suç ve çarmıh gibi konularda mantıklı bir açıklama getirmenin zorluğunun farkındadırlar. Bu nedenle hıristiyan dünyasında mantık ile inanç arasında bir çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu çatışmanın İslâm'da da olduğunu söylemek onu tanımamak ve bilmemekle eşdeğerde olacaktır. Çünkü İslâm dininde Tanrı inancıyla ilgili olarak ?teslis?e veya ?enkarnasyona? benzer bir paradoks mevcut değildir. Bu durum ateist olmasına rağmen bazı Batılı düşünürlerin dahi ifade ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla paradoksların (mantıksal çelişkilerin) olmadığı bir inanç sistemini mantıki olmamakla itham etmek yersiz ve asılsız bir iddia olacaktır.

Her şeye rağmen Tanrı'ya inanmayan insanlar olabilir. Çünkü O'na inanıp inanmamak işi iradeyle ilgilidir ve bu konuda da herkes özgürdür. Ancak inanmayanların, İslamiyet'teki Allah inancında anlaşılması güç olan ya da mantık dışı bir noktaya rastlamaları da mümkün değildir. Böyle bir iddiada bulunmaları da ihtimal dışıdır. Bu itibarla Hıristiyanlığın kendine özgü inançları yüzünden ortaya çıkan inanç-mantık çatışması İslâmiyet için geçerli olmayacaktır.

İslâm dünyasında Tanrı inancının mantıkî açıdan eleştirisini yapamayan ve bu noktada Hıristiyanlık için gündeme getirilen eleştirileri tekrarlayan bazı ateistler strateji değiştirerek psikolojik terimlere sığınmışlardır. Bir anlamda Tanrı inancının temelinde yattığını iddia ettikleri konuları gündeme getirmişlerdir. Yukarıda ifade edildiği gibi, bunlar da korku ve ümit gibi insanın ruh haliyle ilgili durumlardır.

Kaldı ki etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerleri ?korku ya da ümit? gibi psikolojik tecrübelerle izah etmek modern bir insanın yapamayacağı ilkel bir davranış olsa gerektir. Çünkü bu tür şeyler zaman üstü olan ve bütün zamanlara olduğu kadar bütün insanlara hitap eden değerlerdir. Aksi olsaydı şu anda hayranlıkla gezdiğimiz, izlediğimiz, seyrettiğimiz, dinlediğimiz ya da okuyarak heyecanlandığımız tarihi eserler olmazdı.

Sözkonusu itirazlar doğrusu yüzyıllardır tekrarlanan ve her fırsatta inananların karşısına konan çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar da içi boş, düşüncelerdir. Şayet insan birtakım ümit ve korkulardan dolayı Tanrı fikrini üretmişse, yine aynı insanın benzeri gerekçelerle inançsızlığı ürettiğini söylemek da mümkündür. Bu durumda inançsızlık olgusu da yapaylık suçlamasıyla karşı karşıya olacaktır. Kaldı ki böyle bir yaklaşımın inanç meselesini ciddi olarak kavrayamadığı ve temel etmenlerini bilmediği de anlaşılmaktadır.

Doğal olaylar karşısındaki insanın tavrı, ümit ve korkuları, dinden ziyade temelde bilimle alâkalı olan şeylerdir. Tabiatta Tanrı'ya inansın veya inanmasın hemen hemen herkesin bir şekilde etkilendiği ya da duygulandığı hadiseler cereyan etmektedir. Her iki taraf da bazı olaylar karşısında sevinmekte veya korkuya kapılmaktadır. Ancak bütün bunlar bu tür olayların sonuçlarıyla alâkalı şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir problem insanın üstesinde gelmesi gereken ortak problemidir.

Doğada cereyan eden ve insanları birtakım hurafe, saplantı ve bâtıl inançlara sevkeden olaylar bilimin çözmesi gereken konulardır. Zaten bu tür şeylerle bilim kadar İslâmiyet de savaşmaktadır. Hurafeler, dinin getirmeye çalıştığı ve her fırsatta yinelediği tek Tanrı inancını zedelemekte, insan zihninin kirlenmesine yol açmaktadır. Bunlar kimi zaman pagan, kimi zaman totem, kimi zaman da gizli kudrete sahip olduğu var sayılan kutsallaştırılmış varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimin geri olduğu dönemlerde yaygın olan bu tür olaylar ne yazık ki günümüzde dünyanın değişik yerlerinde hâlâ devam etmektedir.

Bazı ateistler insanlık tarihi hakkında konuşurken dünyanın geri ve gizli kalmış yörelerinde yaşayan insanları (kabileleri) ölçü almaktadırlar. Bu insanların değerlerini bir şekilde tarihe de yansıtmakta ve inanç dünyasını bu şekilde tasvir etmeye çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tür çalışmaların insanlık tarihine ışık tutacağı âşikârdır. Ancak bunun yanında kasıtlı olarak yanlış bir tavır sergilenmiştir. O da şudur: Onlar (bazı ateistler) bilim ve medeniyette ilerlediği halde milyarlarca insanın inancını, kültürünü ve dinî değerlerini (monoteistik geleneği) bilimsel(!) veri olarak dikkate almamış tarihe de bu açıdan bakmamışlardır. Burada bilimin, özellikle antropolojik çalışmaların ideolojilere kurban edildiğini, bilimsel çalışmalarda ne kadar taraflı ve seçici davranıldığını görmek mümkün olmaktadır.

Sıradan bir insan ciltler dolusu kitapları okumaya gerek duymadan kendi muhakemesi ve mantığıyla çevresine bakar bakmaz Tanrı'nın varlığına hükmedecek yeterliktedir. Hatta bu kanaatine ulaşması için belki felsefî veya teolojik kanıtlara ihtiyaç duyması da gerekmeyecektir. Şayet kendini, içindeki doğal eğilime karşı çıkmaya zorlamaz ve reddetmek için özel bir gayret sarfetmez ise o kişi Tanrı'ya olan sevgi ve hayranlığını da gizleyemeyecektir. Bu doğal eğilim ve sarsılmaz kanaati insanın günlük yaşamına ve diğer varlıklarla ilişkisine de yansıyacaktır. Dünyanın her yerinde böyle bir durumla karşılaşmak mümkündür. Nitekim tarih boyunca da böyle olmuştur. Bütün bunları bir çırpıda yapay addetmek insanın kendi doğasıyla çatışması ve kendi kendini yalanlamasıyla eş değerde olacaktır.

Her şey bir tarafa, insan niçin pozitivistlerin iddia ettiği gibi gerçekte var olmayan bir şeyi kanıtlamaya ve ona inanmaya çalışsın? Kaldı ki var olmayan bir şeyin insanın aklına gelmesi (içine doğması) ve zihninde yer işgal etmesi mantıken mümkün müdür? Bir an için böyle bir şey mümkün olsa bile (yani bir şeyin hayalî olarak düşünülmesi imkân dışı olmasa bile) bunun Tanrı'ya tekabül etmesi mümkün müdür?

İnsan sıradan bir varlık gibi Tanrı'yı zihninde oluşturamaz. Sadece onun varlığını ve büyüklüğünü idrak eder. Kaldı ki gerçek olmayan bir şeyin binlerce yıldan beri milyonlarca insan tarafından benimsenmesi, zihin ve kalplerde yer alması, biraz şaşırtıcı olmayacak mıdır? Çok sayıda insanın yanılması veya yanlış olan bir konuda asırlarca ısrarlı olması düşünülebilir mi?

Tanrı'nın varlığı konusunda ellerindeki iddiaların birer birer sonuçsuz kaldığını gören ateistler son bir hamle daha yaparak, her halukârda O'nun bilinemeyeceğini, tanımlanamayacağını ve hakkında konuşulamayacağını söylemek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla inananları Tanrı kavramı hakkında tutarsızlıkla, çelişkiye düşmekle, bazan da bilgisizlikle itham etmişlerdir. Ancak ateistlerin bu tür iddiaları da felsefî polemiklerin ötesine geçmemiş, inanan insanlar üzerinde ise hiçbir etkide bulunmamıştır. Kaldı ki bu itirazlar yine felsefî açıdan çok ciddi itirazlara uğramış ve çürütülmüştür.

Ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı'ya inanan kişiler O'nun ne olduğu konusunda hiç bilgisiz değillerdir. Mahiyeti itibariyle Tanrı'nın tarafımızdan tam olarak kavranamayışı, O'nun hakkında bilgisiz olacağımız veya hiçbir şey konuşamayacağımız anlamına gelmemektedir. Elbette Tanrı ile insan arasındaki bilgi türü, insanın eşiyle, çocuğuyla, arabasıyla, çevresiyle veya beraber olduğu iş arkadaşlarıyla olan bilgisi gibi olmayacaktır. İkinci durumda insanın muhatabı yine kendisi gibi olan, bildiği şartlarda yaşayan ve çeşitli şekillerde tecrübe ettiği bir varlıktır. Birinci durumda ise insanın muhatabı kendine benzemeyen, çevresindeki herhangi bir nesne gibi olmayan bir Yüce Zat'tır. Dolayısıyla inanan kişi bunun farkındadır ve bu şuur çerçevesinde düşünmekte, ibadetini yapmakta ve duygularını dile getirmektedir.

Tanrı'nın mahiyet itibariyle insan tarafından düşünülmesi esnasında zihinde birtakım sıkıntıların doğma ihtimali vardır. Ancak mantıklı ve mâkul bir insanın neyin nasıl olması gerektiğini iyi kavraması gerekmektedir. Hele bu düşündüğü varlık Tanrı olunca O'nun nasıl olabileceğini veya ne olmadığını (olmaması gerektiğini) iyice muhakeme etmesi gerekir. Kaldı ki inanan herkes Tanrı'nın bütün mükemmellikleri, güzellikleri ve yetkinlikleri zatında bulundur-duğunu, buna karşın bütün noksanlıklardan ve kusurlardan uzak olduğunu gayet iyi bilmektedir. Aklen, mantıken ve dinen de böyle olması gerektiğinin farkındadır. Zaten başka türlü bir Tanrılık durumunun olması da mümkün değildir. Durum böyle olunca insan zihninde Tanrı kavramıyla ilgili olarak herhangi bir karışıklığa ya da kuşkuya yer kalmayacaktır. Ateistlerden gelen itirazlarda anlamsız ve boş sözler olarak bir kenara atılacaktır.

Tanrı'nın varlığı daha önce ifade edildiği gibi her şeyden önce bir inanç konusudur. Bir bilgi problemi değildir. Bu açıdan bakıldığında O'nun mahiyetiyle ilgili bilgi eksikliğimizi inanç olgusunu cazip kılan unsurlar olarak görmek mümkündür. Burada anormal olan şey inanan insana Tanrı hakkında sorular sorarken, ondan sanki kendi dünyamızda yaşayan herhangi bir varlıktan söz etmesini veya o şekilde konuşmasını beklemek olacaktır. Bu da o kişiye yapılan ayrı bir haksızlıktır. Zaten o kişi böyle yaptığı takdirde (yani Tanrı'yı mahiyet itibariyle bir nesneye benzettiğinde) Tanrı, Tanrı olmaktan çıkacaktır. Ayrıca niçin böyle yaptığını soracak olan ilk kişi de yine ateistin kendisi olacaktır.

Hıristiyan dünyasında ateizmin kolayca yerleşmesinin temelinde kilisenin katı tutumu yanında, insanlara sunduğu Tanrı imajının Baba ve Oğul gibi insan figürleriyle açıklanması yatmaktadır. Bu yüzden onlara mantıken cevap veremeyecekleri sorular sorulmuş, birtakım psikolojik tahlillerle inançlarının alt yapıları kolayca ortaya çıkarılmıştır. Halbuki ilâhî dinlerin özünü oluşturan (özellikle İslâm dininde ön plana çıkan) aşkın Tanrı inancı her türlü şeklin ve simgenin ötesinde bulunan, anlaşılması kolay bir yaratıcı kavramı üzerine kuruludur. Bu noktada ateistlere yalanlama konusunda fazla bir şans kalmamaktadır.

Şüphesiz Tanrı hakkında konuşmak ya da fikir yürütmek sıradan bir iş değildir. Nitekim Tanrı da insanların karşılaşmış olduğu bu güçlüğün farkındadır. Bu gerekçeden dolayı olsa gerek göndermiş olduğu Kur'ân'da insana konuştuğu dille hitap etmiş, bunun yanında bol bol sembolik ifadelere yer vermiş ve anlamayı kolaylaştıracak benzetmelerde bulunmuştur.

İnsanın Tanrı hakkında düşüncelere dalarken bilgi dağarcığındaki kavramları kullanması ve O'nun mahiyetiyle ilgili birtakım benzetmelerde bulunması kaçınılmazdır. Ancak insanın dikkat etmesi gereken bir durum vardır. O da böyle yapmakla Tanrı'nın gerçekten öyle olduğunu düşünmenin doğru olmayacağıdır.

Tanrı'nın insan zihni tarafından tam mânasıyla bilinmesi demek O'nun insan tarafından özümsenmesiyle aynı anlama gelecektir. Bir insanın günlük yaşamında kulandığı kalem, kitap, daktilo, radyo, televizyon, bilgisayar gibi eşyaları bilmesi ve etraflıca onların sırlarına vâkıf olması mümkündür. Ancak Tanrı kavramı bir insanın sınırlı olan zihnine sığmayacak kadar geniş olup, ihata edilecek kadar da küçük değildir. İnsan henüz kendi dünyasının bilgisine vâkıf olamadığı gibi yüzyıllardır seyrettiği halde gökyüzünün ihtişamını ve yıldızlar âleminin esrarengizliğini kavrayacak güçte de değildir. Kaldı ki âlemin yaratıcısını bilebilsin.

İnsandaki Tanrı bilgisi, sınırlarıyla beraber bir şeyi ihata anlamında, çok küçüktür. Ancak fizik ötesi bir varlığı bilme anlamında bizim onunla ilgili düşüncemiz ve bu çerçevede oluşan muazzam duygu ve tefekkürümüz azımsanmayacak kadar büyüktür. Şayet Tanrı'yı şekli ve şemâili olan herhangi bir nesne gibi görme arzumuzu (yanılgımızı) bir tarafa bırakır, en azından O'nun bizim gibi olmadığını düşünür ve bunu kabullenebilirsek, zihnimizdeki pek çok zorluğu aşmamız mümkün olur. Doğrusu ateistlerin de artık müminlerin böyle maddî bir varlığa inanmadıklarını anlamaları ve onlardan böyle bir varlıkla ilgili kanıt beklememeleri gerekmektedir. Aksi takdirde beklentileri boşa çıkacaktır. Sonucun böyle olması ne inanan insanların aleyhine bir durumdur ne de Tanrı'nın varlığıyla ilgili bir zaafiyettir. İnsanlar Tanrı'ya inanmaya devam edeceği gibi, Tanrı da sonsuz bir şekilde varlığına devam edecektir. Ateistlerin inkâr etmesi ya da O'nun tarafımızca tam olarak kavranamayışı, Tanrı'nın varlığı hakkında ki durumu değiştir-meyecektir.


Konular