Kitaplar | Konular | Muhtasar Islam Tarihi

   ARABİSTAN

Peygamber Efendimiz'den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te'siri altında Dîn-i Hanîf'i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, kabîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler ve harp hâlinde idi. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.

Târih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Câhiliyye Devri)» adını verdikleri, cihânın zulmetle âlûde olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.

Allâhü Teâlâ tarafından, Yahûdîlere indirilen Tevrat'ta ve Hz.İsa'ya verilen İncil'de; âhir zamanda bir halaskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden ehli kitap olan Yahûdîler ve Hıristiyanlar O'nu bekliyorlardı. İşte O, âlemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.

Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden, hakka daha saygılı ve mert bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerilediği bu devirde, Arabistan'da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhâssa bedevîlerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı. Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri şiirleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri şiirleri), aralarında en şerefli kabile olan Kureyş'e arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kâbe'nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kâbe duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb'a» [1] denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kays'a âit olup, O'nun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.

Câhiliyyet devrinde, Arapların belâğat ve fesâhata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalâlet ve cehâletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebî yönlerinin artması, Arapça'nın kemâle ermesi, muhakkak ki Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitâb'ı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibâretti.

Araplar, asırlar boyunca mütekâmil dillerinin sâfiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünyâ milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan ârîdir.

Peygamber Efendimiz'den önce Arabistan'da edebiyatın çok ileriye gitmiş olması, Arapça'nın kemâle ermesi; Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kutsiyyet ve kıymetini bilip takdir etmelerine mâtufdu. Çünkü O Allah Kelâmı, fesâhat ve belâğatın insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir.


Konular