Kitaplar | Konular | Muhtasar Islam Tarihi
36- Sultan Altıncı Mehmed Vahîdeddin; Hükümdarlığı: M.1918-1922
Sultan Mehmed Reşad'dan sonra, herşeyi kaybolan ve bozulan ülkenin başına, Sultan Abdülmecid'in oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahîdeddin geçti ise de bu yıkılışa engel olamadı. Sultan Vahîdeddîn'e sâdece işgâle uğramış bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı. Kalbi vatanı için yanıp tutuşan, bu büyük vatan dostu, düşmanların hazırladığı ve Anadolu Türk nüfuzunu kırmayı hedefleyen Sevr Antlaşması'nı [7] bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgal altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelen her türlü gayreti ve fedâkarlığı gösterdi.
Gerçeği olduğu gibi belirten târihçilerin de ifâde ettikleri gibi, Sultan Vahideddin'in, işgal kuvvetlerinin baskılarına göğüs gererek İstanbul'u terketmeyişi, İstanbul saraylarının ve târihi hazînelerinin yağmalanıp Avrupa müzelerine taşınmasını önledi. Pâdişah, İstanbul'u terkedip Anadolu'ya geçmiş olsa idi, bugün elimizde Topkapı Sarayı hazîneleri olmayacağı gibi belki düşman onun arkasından Anadolu içlerine doğru ilerleyecek ve işgal etmiş olacaktı.
Ayrıca, Sultan Vahîdeddîn'in halîfe sıfatı ve hilâfetin varlığı İngilizlerle savaş hâlinde olduğumuz I.Cihan Harbi günlerinde bize büyük yararlar sağladı. Onun içindir ki, pâdişahlık kaldırıldıktan sonra hilâfetin de kaldırılması için başta İngiliz Sefîri olmak üzere diğer batılı diplomatlar büyük baskı yaptılar. Bu hususta başı çeken İngiliz Sefîri'nin aşırı gayretini yadırgayan garplı bir meslektaşı, İngiliz Sefîri'ne; "Hilâfetin kaldırılması için neden bukadar uğraşıyorsunuz? Nasıl olsa pâdişahlık kaldırıldı, varsın hilâfet devam etsin." dediğinde, İngiliz Sefîri; "Siz ne diyorsunuz? Biz, Hind Müslümanlarını pâdişah aleyhine kıyam ettirmek için yüzbinlerce altın yağdırıyoruz. Arkasından halîfe hazretlerinin bir selâmı gidiyor, bizim bütün gayretlerimiz boşa çıkıyor. Ne pahasına olursa olsun, hilâfet kaldırılacaktır." diyordu.
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla birlikte, Devleti Âliye-i Osmâniye (Yüce Osmanlı Devleti)'nin ismi gönüllerde sevgi, saygı, tâzim ve hürmetle anılacak bir mâzî oldu.
Sultan Abdulhamid Han zamanında yedi milyon kilometrekareden fazla olan vatan toprakları bugün 784.578 kilometrekareye inmiştir.
17 Kasım 1922'de İstanbul'daki İngiliz kumandanı general Harington, Sultan Vahîdeddîn'in hürriyet ve hayâtı tehlikede olduğu için İngeltere'ye ilticâ etmiş olduğunu açıklıyordu.
Şurası bir gerçektir ki; kendisini seven ve sevmeyen bîtaraf bütün târihciler, Sultan Vahîdeddin'in yurtdışına bir baskı netîcesinde gittiğini belirtmekte ve bu îtibarla, O'na, aslâ vatan hâini denemeyeceği hususunda ittifak etmektedirler.
Yurtdışına giderken bugünkü Topkapı Sarayı'ndaki hazînelerin tamamını yanına alıp götürse, O'na mâni olacak bir fert yoktu. Halbûki O, değil hazîneleri yanında götürmek, bugün Topkapı Sarayı'nda üzerleri kıymetli taşlarla süslü kamalardan iki tane götürmüş olsaydı, onlar sâyesinde torunları dahi maddî bir darlığa düşmeden hayatlarını idâme ettirirlerdi. Nitekim buna benzer teklifler Sultan Vahîdeddin'e yapıldığı halde bu teklifleri şiddetle reddederek "Ben bir Osmanlı pâdişahıyım, bunlar hazîneye âittir." dedi ve bütün târihî eşyayı Topkapı Sarayı'na teslim ettirip makbuzunu aldı.
Yurtdışında maddî yönden büyük sıkıntıya düşmesine rağmen Batılıların kendisine bizzat yaptığı yardım teklifini, devletinin îtibarını düşünerek reddetti. Vefat ettiği zaman cenâzesine bakkal, kasap ve berberin haciz koyduğu ve bu yüzden cesedinin günlerce bekletildiği târihî hakîkatlerdendir.
Bu hakîkatler ışığında, Sultan Vahîdeddin'e vatan hâini demek için, insanın, değil vicdânını, aklını kaybetmiş olması lâzım gelir.