Kitaplar | Konular | Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar

BUGÜNKÜ VAZIFEMIZ

Kitap, yukar ıdan aşağı, İslâmiyetin doğuşu, gelişmesi, ya­yılması, katlandığı zorluklar ve maruz kaldığı suikastlara dair malûmatla doludur. Bu mevzuda en ziyade üzerinde durduğu­muz nokta, Müslümanlığı yok etmek ve Müslüman milletleri tarih sahifesinden silmek için hangi düşmanların ne gibi vasıta ve metodlara müracaat ettiğini gösteren noktalardır. Biz düş­manlarımızın bize reva gördükleri haksızlıkları birer birer sa­yarken, kendi kusurlarımızı ve hasımlarımızın istifade ettikleri aksak noktalan da elimizden geldiği kadar izah ve teşrih etmiş olduk. Bütün yanlışlıklar, bir çoklarımızın Müslümanlığı hakkiyle anlamamış olmasından doğmaktadır. Müslümanlığı sa­dece ibadet müessesesine inhisar ettirip onun mâna, maksat ve gayesinden bî haber olmak girdiğimiz çıkmaz yolların başlan­gıcıdır. Her din ve hattâ her cemiyetin kendine mahsus mera­simi ve âdetleri vardır. Bunların icrası zarurî, Müslümanlıktakilerin de farzdır. Fakat şurasını daima ihmal ediyoruz ki: Bu feraiz bizi matlup olan hedefe ve gayeye îsâl içindir.

M üslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerin­de hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın kuv­vetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.

Kullu ğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ih­tiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzakla ştırır, ve dinimizin maksat ve büyük hedefini idrakten bizi meneder.

Kur'am Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet mü­essesesiyle, iman esaslarının gayet şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.

Bir insan, e ğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tas­dik ederse elbette ki o Müslümandır. Fakat bu farzlar ve veci­beler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.

İnanma ğa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söyle­diğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanla­rın başaramıyacakları hiç bir muvaffakiyet tasavvur edilemez.

Bir misal alal ım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde te­celli eden hususlara «kader» demekteyiz. İnsan oğlu samimi­yetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuv­vetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâ­let eder? Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dik­katle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen bü­yük insanın, Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!

Kendilerine risalet ve h âtem-ül-enbiya payesini, ihsan bu­yuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inan­maktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği vakitten, fani dünyaya ver­diği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tered­düt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak ol mu ştur. Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?

Bundan dolay ıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. Allahın kitabına ve büyük dine hu­lûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberi­mize, kitabımıza hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesil­dikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulun­madıkları da görülmüştür.

İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın ya­ratıcısına kalbiyle inandığı gün, kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.

Biz, b öyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O za­man her türlü sefil ihtiraslar ve arzulardan sıyrılmış olan idra­kimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve se­lâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin far­kına varır.

Evet M üslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yük­selme dinidir, insanları, adalet ve hak çerçevesi dahilinde ça­lışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde ya­samayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanma­yı emreden ilâhî bir müessesedir.

Cihad ı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en bü­yük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer ce­miyetinin ve müminlerin selâmet ve devamlı saadeti için za­rurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniye­tin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudi­yet etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?

Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihan­şümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü ol­duğu halde, onun muhteşem varlığını çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emre­den dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük ba­hane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.

Bu; husam ây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları kar­sısında bizim mukabelesiz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığımız düşmanlara cesa­ret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik edi­yor. Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez mi?

* * *

İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve mü­minlerin dâvalarına ne kadar candan inandıklarmı ve ne ka­dar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yer­yüzüne yayılmıştır.

T ürk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğul­larından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zaman­da kazandıkları akıllar durduran zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..

Biz; bizi irticala itham eden, daha do ğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? Hiç!

Din adamlar ımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, mü­elliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar -ve nizamlar çerçevesi içinde karşı tarafa hadlerini bildirmiyor?

Zengilerimizin bu d âvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetler­den ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Al­lah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akide­sinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..

İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu etti­ği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düş­man başları pervasızca havaya kalkamazdı.

Kalkmay ınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fit­neden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendi­mizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.

Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gen çlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:

Din, terakkiye man îdir!

Bu s özün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mâ­nidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, Cenabı Hakkın insan­lara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun i çin garbda din terakkiye manidir! sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.

Fakat yar ım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen ber akistir.

Tarih ve h âdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinle­rine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o ka­dar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.

M üslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.

Fakat dinimizin m âna ve hikmetine arka çevirip de benli­ğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .

* * *

Bu kitab ı bitirirken son söz olarak şunları söylemek iste­rim ki, bugün milletler; iki dev müstesna olmak üzere, teker teker bir mâna ifade etmiyorlar.. Yirmi altı milyon Türk, alt­mış milyon Arab, milyarlar karşısında ne kemiyet teşkil eder?

Fakat iktisad î, ictimaî ve harsî faktörlerle birbirlerine da­yanmış, birbirlerini tamamlamış, aralarındaki ?düşman tara­fından körüklenen ? anlaşmazlıkları def-ü ref etmiş yediyüz elli milyon kitle; o kadar manalı, o kadar güçlü, o kadar muh­teşem ve mes'ut ki, bunun hayali bile insanın ruhuna şevk ve gayret ve cesaret verir!

Yahudiler, şu on iki milyon insan bunu yapmış ve muvaf­fak olmuştur. Biz niçin yapmayalım! Hem bizim öyle insanları köle yapmak, beşeriyeti kendi emrimizde bir sürü gibi idare etmek iddiamız da yok! Biz, bir inananlar kardeşliğinin neşvesi v e saadeti pe şinde koşuyoruz. Menfaatimiz bunda, hayatiyeti­miz ve istikbalimizin garantisi bundadır!

* * *

Allah' ın büyük kudreti Müslüman milletleri korusun ve birlik haline gelmeleri için sebepleri halk buyursun, âmin!..


Konular