Kitaplar | Konular | ARAPÇANIN ÖNEMI

5. Meâlcilik Engeli.

«Meâl» kelimesi Arapçadır ve çeşitli anlamları vardır. Konumuzla ilgili manâsı ise, kısaca kavram, ya da anlam demektir.

Bu kelime genelde, «Kurân-ı Kerim âyetlerinin Türkçe çevirisi» anlamında kullanılmaktadır.

Kurân-ı Kerimin, XI. Yüzyıldan beri Türkçe meâllerinin yazılmaya başlandığı ileri sürülmekte ise de 1961 yılından önce hemen hiçbir meâlin topluma inmediğini söylemek mümkündür. Bu da Kurandaki İslâmın, Türkiyede toplumun tabanı için çok yeni bir şey olduğunu gösteren çarpıcı kanıtlardan biridir.

Diyanet İşleri Başkanlığının 1961 yılında üç cilt halinde bir meâl yayınlamasından sonra bazı kimseler heveslenerek meâl yazmaya başlamışlardır. Önceleri, kendini yavaş hissettiren bu faaliyet, son yıllarda oldukça hızlanmıştır. Ama bu gelişmenin hayra yorulması tartışılabilir. Çünkü bu çalışmaların yetkili ve yeterli bir otorite tarafından denetlendiğini söylemek mümkün değildir. Bu ise ehil ve yeterli olmayan birçok kimseyi cesaretlendirmiştir. Her dileyenin, Kurân-ı Kerim gibi önemli bir kitabı Türkçeye çevirmeye kalkışması Türkiyede İslâmî konularda öteden beri yaşanan kaosu körüklemiş, tehlikeli boyutlara doğru her gün biraz daha tırmanan din anarşisini azdırmıştır.

Şimdiye dek yayınlanmış bulunan onlarca Türkçe meâl, kalite bakımından, birbirlerinden epeyce farklıdırlar. Bu farklar, kuşku yok ki toplumu olumsuz etkilemektedir. Gerçek şu ki, Kurân-ı Kerimi Türkçeye güzel yansıtabilen meâllerin yanında bu işlevi yerine getiremeyen meâl örnekleri de vardır. Hatta bunlar sayıca daha çoktur ve daha yaygındır.

Bütün bu meâllerin, temelde iyi niyetle yazıldıklarını kabul etsek bile, yapılan araştırmalara göre, yazarlarının kişiliği, Kurânla meşgul olmaya onları iten sebep ve ilgiler, bağlısı bulundukları cemaat ve örgütler, öğrenim ve eğitim düzeyleri, esas meslekleri ve çalışma alanları, bu şahıslardan birçoğunun, gerçek anlamda birer meâl yazarı olmadığını göstermiştir. Bunlar bir yana, onların hiç biri Arapçayı bir yaşam dili olarak kullanamamaktadır. Meselenin en vahim yanı da işte budur. Evet hiçbir Türk meâl yazarı, Arapçayı konuşma ve yazı dili olarak kullanamamaktadır!... Bu gerçeği test edip belgesel olarak saptamak, hiç de zor değildir. Örneğin KPS için hazırlanmış olan Arapça bir metnin Türkçesini bu şahıslara dağıtıp onu yeniden Arapçaya çevirmeleri istense, bunu asla başaramayacaklardır! Türkiyede İslâma karşı her gün gittikçe artan tehlikelere bir de bunu eklediğiniz zaman bu ülkede yaşanan din anarşisinin meâlcilik yüzünden yakında hangi boyutlara tırmanabileceğini ve tabiatıyla Arapçanın önündeki engellerin büyümesine de ne kadar hız vereceğini tahmin etmek güç değildir.

Mealciliğin Türkiyede Arapça eğitimine vurduğu darbe, yukarıdaki veriler ışığında ele alındığı zaman çok daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin;

Meâl yazarı, hemen hiç eğitim görmemiş, sıradan bir Arap ile anlaşabilecek kadar Arapça konuşma ve dert anlatma becerisine bile sahip değilken, Kurân gibi edebiyat mucizesi bir kitabı nasıl Türkçeye çevirebilecektir?

Bunun cevabı çok basittir. Türkçe meâllerin hemen tamamı, aslında birbirinin kopyasıdırlar. Fakat meselenin içinde önemli bir hile vardır: Meâl yazmayı göze alan şahıs, önce piyasada ne kadar meâl varsa bunlardan birer örnek sağlar. Ondan sonra bunları harmanlayarak kendince âyetlere birer karşılık bulur. Her âyetin meâlini tespit ederken de mecbur olmadıkça mevcut nüshalardaki hiçbir cümleyi aynen alıp kopyalamaz. Buna özellikle çok dikkat eder. Tabiatıyla işin sonunda -sözde- tamamen bağımsız ve özgün bir meâl ortaya çıkar (?!) Evet, mevcut meâllerin hemen tümünün bu şekilde «Kes-yapıştır» yöntemiyle yazıldığını söylemek mümkündür.

Peki bunun, Türkiyede Arapça eğitimine ne gibi zararı vardır? Bu soruya yanıt ararken, her şeyden önce Arapçayı öbür bütün yabancı dillerle karşılaştırmak gerekir. Çünkü Arapça ile ilgilenen insanın amacı ile örneğin İngilizce, Fransızca ve Almanca ile ilgilenen insanın amacı arasında çok büyük farklar vardır. Avrupa dilleri ile ilgilenen insan, daha çok, hayatını kazanmak, popüler olmak ve yurt dışına çıkarken yabancılarla rahat iletişim sağlamak için onları öğrenmek ister. Fakat Türkiyede Arapça ile ilgilenen insan, genelde Kurân-ı Kerimin içeriğini anlamak amacıyla bu dili öğrenmek ister. Bu çok yaygın bir anlayıştır. Onun için Arapça öğrencisi, bir meâl aracılığıyla bu amacını gerçekleştirdiği inancına eğer kapılırsa Arapçaya karşı tutumu büyük ölçüde değişebilir. Tabiatıyla böyle bir kimse için Arapça artık bir dil olmaktan çıkar. Dolayısıyla bir ilim yolcusuna, bu dile ne kadar muhtaç olduğunu anlatmak oldukça zorlaşır.

Popüler Müslümanlığı kışkırtan ve spekülatif bir meslek haline getirilmiş bulunan meâlciliğin, bu yıkıcı etkisinden başka Türkçeye de ayrıca büyük zararı dokunmuştur Çünkü meâlciler, çok sık ve yaygın bir şekilde Türkçeyi Türk dil mantığına aykırı formlarda kullanırlar. Sözde Kurân-ı Kerimin metnine sadık kalmak gibi bir bahane ile izledikleri bu tutum, ne yazık ki ilim çevreleri tarafından şimdiye kadar ele alınıp irdelenmemiştir. Devleti kötüye kullanan statükocular bu durumdan çok iyi haberdar olmalarına rağmen, sırf Arapça dil eğitimi üzerindeki yıkıcı etkisini sürdürmesi için meâlciliğe hep göz yummuşlardır.

Elinize herhangi bir meâli alıp, içinden herhangi bir ayetin çevirisine bakacak olursanız, okuduğunuz cümlenin, eğitim görmüş bir Türk tarafından kurulduğuna kolay kolay inanamazsınız. Bunun doğru olup olmadığına inanmanız için meâlleri dikkatle tarayabilirsiniz. Düzgün kurulmuş, akıcı ve güncel bir Türkçe cümleye bu meâllerde çok ender olarak rastlayacaksınız.

Dilerseniz çeşitli meâllerden rasgele aşağıya alınmış birkaç örneğe bakalım ve Türk dil normlarına göre ortaya koydukları kaliteyi inceleyelim.

Örnek-1: Diyânet İşleri Başkanlığının Dr. Hüseyin Atay ve Dr. Yaşar Kutluaya hazırlattığı Meâl.

Kehf Sûresi ayet: 23-24;

«Herhangi bir şey için, Allahın dilemesi dışında: ?Ben yarın onu yapacağım? deme!»

Bu cümlede oldukça arı Türkçe kullanmaya özen gösterilmiş olmasına rağmen, siz bu söz diziminin Türk dil mantığına uygun, akıcı ve doyurucu olduğuna kendinizi inandırabilir misiniz?! Acaba bu meâlin anlamını, -global olarak verebilecek- daha uygun ve anlaşılır bir söz dizimi yok muydu?

Önce ciddiyetle şunu ifade etmek gerekir ki, salt kelimelere tutunarak, Arap dil mantığı çerçevesindeki anlamıyla Yukarıdaki ayetleri Türkçeye çevirmek hemen hemen mümkün değildir. Bunun ayrıntılı açıklamasına burada girmek de yine mümkün değildir. Çünkü (yukarıdaki meâl de dahil), onun yerine, -daha anlaşılır gibi gözüken-, örneğin aşağıdaki açıklamaların hemen hiç biri, yukarıdaki ayetlerin anlamlarını Türkçeye aktaramamaktadır:

a) «Eğer Allah dilememişse, şu işi yarın yapacağım deme!»;
b) «Falân işi, yarın yapacağım deme Allah dilemedikçe»
c) «Bir işi, yarın yapacağım deme, Ancak Allah dilerse hariç...»

Örnek-2: A. Fikri Yavuz Meâli.

Tevbe Sûresi ayet : 10

«Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir zimmet (sözleşme). İşte bunlar mütecâvizlerdir»

Müşriklerin, müminlere karşı tutumunu özetleyen bir ayetin Türkçe karşılığı olarak yukarıdaki cümleye baktığımızda şöyle bir eleştirel açıklama yapmak gerekmektedir:

Her şeyden önce Türkiyede, ?kimlik kartında İslâm sözcüğü yazılı olsa bile- İslâma yabancı ve Kurânla hiç tanışmamış milyonlarca insan yaşamaktadır. Meâlciler, bu gerçeği hiçbir zaman hesaba katmamışlardır. Türkiyede Hanefist dindar azınlığın okumuşları arasında yer alan meâlciler de aynen bu kesim gibi, her gün yüksek sesle okunan ezanlara aldanarak bütün Türkiye halklarının ortodoks Sünni ya da dindar olduklarını, dolayısıyla da hemen her kesin bu ülkede Kuranla çok yakından ilgilendiğini sanarak meâllerini hazırlamışlardır. Bu sanı, meâlcilerin, yaşadıkları ülkenin sosyolojisi hakkında ne kadar bilgisiz olduklarını öncelikle ortaya koymaktadır. Örneğin yukarıdaki ayetin meâli, onların bu konudaki bilgisizliğini güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır.

Çünkü bugün Türkiyede, «Mümin» ile «Muslim» kavramlarını, bile birbirinden ayırt edebilecek insan sayısının, birkaç bini aşmayacağı kesindir. Özellikle «Muslim» ile «Müslüman» kavramlarını birbirinden ayırt edebilecek kadar din sosyolojisinde birikim sahibi olmuş bir kimseye rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Onun için İslâmın, adetâ her kişiye göre başka bir anlam taşıdığı Türkiyede, Kurân gibi olağanüstü bir kitabı tercümeye kalkışmak çok iddialı bir iştir. Tabiatıyla Arapça bilmedikleri için, bu konudaki büyük sorumluluğun da farkına varamadıklarından, birkaç kelimeden oluşan bir ayeti, yine birkaç kelime Türkçe ile açıklamaya çalışan meâlciler hem çok bocalamış, hem de insanların kafasını karıştırmışlardır. Yukarıdaki meâl, bu gerçeği çok açık şekilde ortaya koymaktadır.

Çünkü dikkat ederseniz, pek de ağdalı olmamasına rağmen, yukarıdaki meâlde kullanılan; «Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir zimmet» sözlerinden, hemen hemen bir şey anlaşılmamaktadır. Bugünün kültürsüz okumuşu, hele yarı okumuşu, bu meâli nasıl anlayacaktır?! Dilerseniz, İslâmla henüz tanışmamış Türkiyeli yüz binlerce üniversite mezununa bu meâli göstererek yorumlarını alabilirsiniz. Göreceksiniz ki bunların bir kısmı, bu sözlerden hiçbir şey anlamadıklarını söyleyecek, büyük çoğunluğu ise rasgele çeşitli yanlış yorumlarda bulunacaklardır. Peki öyle ise meâl yazmanın, hele Arapça bilmeden, Arap ve Türk dil mantığı arasındaki farklar üzerinde yıllar alabilecek bir özel eğitim ve formasyon almadan böyle bir işe kalkışmanın, bu suretle de Kuran gibi yüce ve saygın bir kitap etrafında, milyonlarca insanın zihin ve vicdanında kuşku uyandırmanın ne hikmeti olabilir?!!!

Acaba A. Fikri Yavuzun, yukarıdaki sözlerinin yerine şu örneği denesek, ayetin karşılığına daha anlaşılır bir biçim vermek mümkün olur mu?

Putlara tapanlar, (Kurâna) İnanan bir kimseye karşı, ne sözleşmelerine bağlı kalırlar, ne de verilen emanete...

Tabiatıyla bu sadece bir deneme... Önemli olan, Kuranın anlaşılmasını sağlamaktır. Ancak bunu da güzel ve akıcı bir Türkçe ile yapmak gerekir. İşte meâlciler bunu başaramamışlardır. Çünkü genelde, her Arapça kelimeye karşılık, belki de sözlük yardımıyla bir Türkçe kelime bulup meâl yapmaya çalışmışlardır. Bu suretle de her kelimenin mutlaka karşılığını kullanmaya kendilerini zorlayarak hem sözü çetrefil ve anlaşılmaz hale getirmişlerdir, hem üstelik Arapçanın da yolunu tıkamışlardır.

A. Fikri Yavuzun, özellikle Vakıa Suresi?nin 75inci ayetine yakıştırdığı anlam, onun, ne kadar Arapça bildiğini ortaya koymaktadır. Bu noktayı merak edenler, gidip uzman birine meseleyi sormadan bile sözü edilen meâli, çeşitli meâllerle karşılaştırarak gerçeği öğrenebilirler.

Örnek-3: Elmalılı M. Hamdi Yazır Meâli.

Beyyine Sûresi, ayet: 1.

«Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!»

Önce okuyucuya şunu sormak gerekir:

Sözde bir ayetin Türkçe açıklaması diye kurulmuş olan yukarıdaki cümleden siz bir şey anlıyor musunuz?

Arapça bilip, vaktiyle Kurânı Kerimi inceleme imkânına sahip bulunmuş olanlar hariç, Bu soruya evet diyebilecek birinin ortaya çıkması, mucize gibi bir şeydir. Neden mi?

Dikkat ederseniz çevirmen, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar» diye bir söz etmiş bulunmaktadır. Bu ne demektir? Hem «Kitap ehli», yani hem (Hıristiyanlar ve Yahudiler), hem de müşrikler zaten kâfir değil midirler? Bunlardan bazıları, -esasen kâfir iken- nasıl yeniden kâfir olabilirler? Oysa ayetin orijinalinden açıkça anlaşılmaktadır ki, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir bulunuyor olanlar» amaçlanmıştır. Dolayısıyla eğer çevirmen; «Kitab ehli ve müşrik kâfirler», ya da «Kâfirlerden, Kitab ehli ve müşrikler» demiş olsaydı, zihinler karışmayacaktı. Mesele bu kadar basit.... Peki şimdi bu, nasıl açıklanmalıdır? Acaba, M. Hamdi Yazır, Türkçeyi iyi kullanamıyordu demek mi lâzım; hayır Arapça bilmiyordu demek mi lâzım; yoksa, Kurânı Kerimi anlayamıyordu, demek mi lâzımdır? Bu sorulara kim, nasıl cevap verecektir?

Meâlin bundan sonraki devamı da bundan pek farklı değildir. Bakınız çevirmen ne diyor:

«(...) kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!»

Siz, bu sözlerden de bir şey anlayabiliyor musunuz? Buna ihtimal vermek güçtür. Çünkü gerçekten, bu sözlerden bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Ve çünkü ayetin gerçek anlamını öğrendiğiniz zaman bu tespitin ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz.

Sözde Türkçe açıklaması bu şekilde verilmiş olan ayetin, aslında anlatmak istediği şey özetle şudur: Ne Yahudiler ve Hıristiyanlar, nede puta tapanlar Kurânı Kerimle tanışıncaya kadar inançlarından vazgeçmediler.

Anlamı bu kadar açık olan bir ayeti tutup, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!» şeklinde çevirmenin, dolambaçlı ve anlaşılmaz olduğu kadar tamamen alâkasız ve yanlış aktarmış olması acaba nasıl açıklanabilir?

Gördüğünüz gibi topluma «Allame» olarak tanıtılan insanlar, «meâl yazarım» derken, göz kırpmadan Allahın kitabı üzerinde nasıl tasarrufta bulunmuşlardır. Bu sorunun, belki konumuzla doğrudan ilişkisi yoktur; fakat bilgisizlik ve eğitimsizlik yüzünden toplumda meâlcilere karşı duyulan güven, Arapçanın Türkiyede yolunu tıkamıştır. İşte konumuz budur. Çünkü meâl izleyerek, Kurânı Kerimin içeriğinden haberdar olmak isteyenler, meâlcilerin gerçekten Arapça bilmediklerini hiçbir zaman ne öğrenebilmişlerdir, ne de bu önemli noktayı araştırmışlardır! Bu nedenle, Arapçanın Kurânı Kerimi keşfetmek için ne kadar önemli bir dil olduğunu Türkiyede meâlcilerin etkisini yaşayan kalabalık bir kesime anlatmak mümkün değildir.

Baştan beri söylenenlere bakıldığında görüldüğü üzere, aslında Türkçe, Arapçayı taşımaya yetmemektedir. Üstelik bu yetersizliği, Türkçe anlatmak da oldukça zordur. Bu da ayrı bir sorundur.


Konular