Kitaplar | Konular | ARAPÇANIN ÖNEMI

Arapça Öğretiminde Sistem Sorunları

Öğrencinin dikkat edeciği en önemli noktaların başında sistem gelmektedir. Öğrenci bilimsel sistemi arayıp bulmalıdır. Asırlarca işe yaramamış, insanların ömrünü tüketmiş, toplumun gerilemesine sebep olmuş, onları fanatizmin karanlığı içine itmiş -sözde- öğretim ve eğitim şekillerinden son derece uzak olmalıdır. Özellikle bugün lâikçilerle tarikatçılar arasında kıyasıya kavga konusu olan medrese ve kurs tedrisat şekilleriyle ilim tahsil etmek, aydınlanmak, Yüce Kurânı anlayabilmek mümkün değildir. Hele vahyin dilini öğrenmek asla mümkün değildir. Tarikatçıların propagandalarına kapılarak, onların oluşturduğu kuru kalabalıklara değer verme gafletinde bulunarak, onların tedrisat şekillerini kabullenmek yıllar sonra telâfisi mümkün olmayan bir ömür kaybına neden olur! Nitekim 650 yıl boyunca okutulan beş on tane Arap dil gramer kitabından başka hiçbir sermayeleri yoktur. (Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye ve Mollacami) adı altında okuttukları birkaç kitabın adını Araplar bile bilmemektedir. Bu kitapların içerikleri ve teknik yönleri de bilimsel ölçülerden son derece uzaktır. Çoğunun yazarı da hem zaten Arap olmadıkları için, hem de bu kitaplar yüzyıllar önce yazılmış bulundukları için bugün hiçbir işe yaramadıkları gibi zararları bile vardır.

Nitekim bu yüzdendir ki Arapça «Nasara» fiili, yaklaşık 600 yıllık Osmanlı tarihi oyunca hep «yardım etti bir er kişi geçmiş zamanda» diye çok yanlış ve çok ilkel bir ifade ile sözde Türkçeye çevrilmiştir! Oysa bu fiilin anlamı asla «yardım etti» değil, bilakis «destekledi» demektir. İkisinin arasında çok büyük fark vardır. Çünkü hiçbir Arap örneğin; «bana yardım et, şu koliyi kaldıralım» demek için, kesinlikle «unsurnî, nerfau hazihil-Ulbe» demez. Ve çünkü bu cümle, gerçekte: «beni destekle, şu koliyi kaldıralım» demektir ki Türkçede de böyle bir cümle ile hitap etmek mantıklı değildir. Ne var ki tarih boyunca hiçbir Türk hocası, bunun ve benzeri yüzlerce hatanın farkında olamamıştır! Çünkü onlar da «Arapçayı», sözde Arapça öğreten, fakat hiç Arapça konuşamayanlardan ders almışlardır!

Bütün bu tuhaflıkların, bugün Arapça öğrenmek isteyen gençler tarafından bilinmiyor olması çok büyük bir talihsizliktir. Nitekim bu yüzdendir ki yıllarını büyük bir samimiyet ve aşkla bir medrese veya kursun köhne ve ilkel duvarları arasında geçiren binlerce öğrenci bu ülkede, sözde Kurânın dilini öğrenmek istemektedir, fakat asla onu öğrenememektedir. Bu durumun daha sonra farkında olanlar, ya çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak içlerine kapanır, bunalım geçirirler; (Çünkü bunların hemen tamamı herhangi bir alanı doldurabilecek nitelikli birer eleman olarak yetişemedikleri için işsiz güçsüz kalırlar. Bunun sonucu olarak da ya gidip bir terör örgütüne yamanarak kendilerini tatmin etmeye çalışırlar), ya da bunun suçunu İslâmda gördükleri için azılı birer İslâm düşmanı haline dönüşürler. Bu ikinci kategoriye girenler sayı olarak her ne kadar çok az iseler de, ne yapıp yapar, bu kez (sözde çağdaş diye bildikleri) laikçi eğitim sistemiyle kendilerini yetiştirip tam anlamıyla İslâma, ilme ve evrensel düşünceye karşı birer militan olarak putçu kadrolarda yerlerini alırlar. Günümüz Türkiyesinde akademisyen, gazeteci, yazar, hukukçu, sosyolog ve ekonomist olarak İslâma karşı savaş veren epeyce medrese kökenli ya da İmam-Hatipli insan vardır. Bu ilginç durumun nedeni ise, hiç kuşkusuz Türkiyede, Arapça öğretiminde izlenen sistemsizliktir ve ilkel uygulamalardır.

Şu halde öğrenci eğer gerçekten Arapça öğrenmek istiyorsa ve amacında samimi ise özellikle iki noktaya çok dikkat etmelidir.

Birincisi; ders alacağı hocanın bilgi düzeyi, formasyonu ve Arapçayı ana dil olarak konuşup konuşamadığı hususudur. Ayrıca hocanın kültür düzeyi de çok önemlidir. Sırf kuralları ezberlemiş, canlı bir ansiklopedi haline gelmiş ama, edebiyattan, sanattan, aktüaliteden, spordan ve geniş bir genel kültürden yoksun olan hoca, öğrenciye elbette ki yararlı olamaz. Zengin bir terminoloji bilgisine, hayat, eşya ve olaylar hakkında çok yönlü bakış açılarına ve üstün bir anlatım yeteneğine sahip bulunmayan böyle standart bir hoca tipi bile, her ne kadar bir İlâhiyat profesöründen, bir Nurcu veya tarikatçı hocadan çok daha yararlı ise de, öğrenci, geniş bir bilgi ve kültür birikiminin yanı sıra, Arapçayı ana dil olarak kullanan hocayı mutlak surette tercih etmelidir.

Öğrencinin bu tercihi bilinçli olarak yapabilmesi bakımından onun şu gerçeği önceden bilmesinde yarar vardır: İlâhiyatçı ve İmam-Hatip kökenli hiçbir hoca, -gerek Türkiyede, gerekse Türkiyenin dışında zaman zaman düzenlenen milletlerarası İslâmî forumların hiç birinde- tebliğini Arapça sunabilecek bilgiye sahip değildir. Bunu şimdiye kadar eğer denemeyi göze alan biri çıkmış ise o, mutlak surette tebliğini erbap birine önceden tercüme ettirmiş, defalarca okuyarak prova yapmış ve kürsüde sadece elindeki yazıyı okumakla rolünü yerine getirmiştir!

İkinci nokta ise sistemdir. Yakın geçmişte seminerlerimize katılan değerli gençlere hediye ettiğimiz 4 kitapçığın önsözlerinde anlattıklarımızı burada biraz özetleyerek tekrarlamakta yarar görüyoruz.

Yabancı dil öğretim sistemi ile ilgili olarak çok şey söylenebilir. Nitekim bu konu üzerine kapsamlı çalışmalar yapılmış, kitaplar yazılmıştır. Bunlara ek olarak zaman zaman yeni düşünceler yeni teoriler ortaya atılmakta, ilim adamları tarafından seminerler ve konferanslar verilerek gençler bilinçlendirilmektedir. Ülkemizde Arapça öğrenen gençlerin de bu konuda bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekir. Ne yazık ki Batı dillerinin öğretimi konusunda gayretler çok yoğun olmasına rağmen, Arapçanın modern sistemlerle öğretilmesine ilişkin olarak Türkiyede hemen hiçbir çalışma yapılmamakta, hatta yapılamamaktadır. Çünkü İslâma karşı önyargılı olan şahıs ve çevreler, ilginçtir ki Arapçayı bu konuda önemli bir bahane olarak görüyor ve onu her fırsatta kullanıyorlar. Türkiyede Arapçanın önündeki engeller konusunda bu bahanenin nasıl ele alındığı ve nasıl işletildiği hakkında, yeri gelince aşağıda bir nebze bilgi verilecektir. Ancak burada özellikle Arapça öğretim sistemi üzerinde biraz durmak gerekir.

Doğrusu, Türkiyede herhangi bir yabancı dili öğrenmek kolay değildir. Özellikle sistem söz konusu olduğunda sıkıntı daha da artmaktadır. Çünkü genç öğrenci, haklı olarak sistemler arasındaki farkları esasen bilmemektedir. Doğal olarak onun, isabetli düşünen bir kılavuza ihtiyacı vardır. Ne yazık ki bu konuda kendisine öncülük edebilecek biri ile ancak tevafukla karşılaşabilmektedir.

Dolayısıyla değerli gençlere ilk önce şu uyarıda bulunmak yararlı olur: Arapçayı kolay öğrenebilmek için Türkiyeli öğrencinin bu konuda şimdiye kadar görüp duyduğu hemen her şeyi yeniden gözden geçirmesi ön koşuldur. Çünkü bu şeylerin hemen tamamı yanlıştır.

Örneğin önce gramerden başlamak yanlıştır. Yüzyıllardır Türkiyede bu yanlışlık üzerinde ısrar edilmiştir. Dolayısıyladır ki ne Osmanlı döneminde, ne de cumhuriyet döneminde Arapçayı bir konuşma ve yazı dili olarak öğrenebilmiş hemen hiç kimse yoktur. Son Şeyhülİslâm Mustafa Sabri Efendinin yardımcısı Zahid El-Kevserî, Arapçayı her ne kadar yazıda başarılı olarak kullanabilmiş ise de konuşma dili olarak onu kullanamamıştır. Bunun eleştirisini Ziriklinin El-Alâmında bulabilirsiniz.

Şu noktayı da bilhassa vurgulamak gerekir ki, Arapçayı bir yaşam dili olarak konuşmayan, -daha doğrusu konuşamayan-, bir hocadan bu dili öğrenmeye kalkışmak çok daha büyük bir yanlıştır. İlginçtir ki özellikle bu iki yanlışta hep ısrar edilmiştir, halen de ısrar edilmektedir. Günümüzde binlerce öğrenci Kurân Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde, İlâhiyat ve Filoloji fakültelerinde sözde Arapça öğrenmeye çalışmaktadırlar ve tabiatıyla onu bir türlü öğrenememektedirler. Çünkü bu sayılan yerlerin hiç birinde aslında Arapça öğretilmemektedir. Buralarda yalnızca Arap dil gramer kuralları ezberletilmektedir! Oysa, örneğin İstanbul, Marmara, Boğaziçi Ortadoğu, Hacettepe ve Bilkent Üniversitelerinde İngilizce ve öbür Avrupa dilleri, bilimsel sistemlerle öğretilmektedir. Meselenin vahim yanı ise devletin ve iktidarların bu durumu biliyor olmasıdır!

Aslında hem modern sistemle (Batı dillerini) öğreten üniversiteler, hem de öğrencilere (Arapçanın sırf gramerini okutan) bütün ilâhiyat fakülteleri devlete ait kurumlardır. Buna rağmen Türkiyenin hemen bütün üniversitelerinde modern sistemler uygulanarak Batı dilleri özenle öğretilirken, İlâhiyât fakültelerinde Arapçayı adeta öğretmemek için büyük engeller konmuştur. Bu tutum ise iktidarları yönlendiren «Balkanlılar polit Bürosu»nun niyetini açıkça ortaya koymaktadır!

Tuhaftır ki sözde Arapça öğretenler, bu çelişkileri bilmezlikten veya görmezden gelmekte ve yukarıda sözü edilen yanlışlar üzerinde her şeye rağmen ısrar etmektedirler. Bu yanlışların açtığı sorunlar ise sanıldığından çok daha büyüktür. Onun için Arapça öğrenmek durumunda olan her öğrenci, her şeyden önce bu büyük yanlışın farkına varabilmeli, emsallerini bu konuda uyarmalı ve bu yanlışların düzeltilmesinde akılcı stratejiler kullanarak bilimsel sistemlerin bir an önce hayata geçirilmesine yardımcı olmalıdır.

Bu stratejilerin en önemlisi, öğretmenlerin, derste yalnızca Arapça konuşmasını sağlamaktır. Eğer öğrenciler, Arapça dersi veren hocalarına örneğin, toplu şekilde ve ısrarla:

- Hocam, derste Türkçe konuşmanızı istemiyoruz. Bize, lütfen öğretmekte olduğunuz dille hitap ediniz. Çünkü bir yabancı dilin ancak bu şekilde öğrenilebileceğini, aksinin ise mümkün olmadığını kesin şekilde tespit ettik; nitekim İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi diller bu şekilde öğretiliyor ve öğreniliyor. diye hocalarına ve okul yönetimlerine uyarıda bulunur ve bunda ısrarlı olurlarsa, sorun kısa zamanda çözülebilir. Çünkü sözde Arapça öğreten hocalar, bu ısrarlı istekler karşısında mahcup olacak ve sonunda Arapça bilmediklerini itiraf etmek zorunda kalacaklardır. Evet bunu itiraf etmek zorundadırlar. Çünkü eğer gidip -sözde Arapça bildiğini ileri süren- bir ilâhiyat profesörüne örneğin;

- Hocam, «iki kere iki dört eder» cümlesini lütfen Arapçaya çevirir misiniz? diye bir soru yöneltecek olursanız onun, bu çok basit cümleyi bile çevirmekten nasıl aciz kaldığını bizzat gözlerinizle görecek ve hayretler içinde donacaksınız! Türkiyede, sözde topluma İslâmı öğretmek üzere eleman yetiştiren, bu şahısların Arapça bilgisi hakkındaki gerçekler işte bu kadar açıktır ve güçlü kanıtlara dayanmaktadır.

Nitekim bu nedenledir ki çok nadir olmakla birlikte, Türkiyede bir yayın organında Arapça bir makale yayınlanmak istense, böyle bir yazıyı Arapçaya tercüme edebilecek bir tek İlâhiyat profesörü bulunmamaktadır! Bunun canlı örneği olarak Kudüs Dergisini gösterebiliriz. Araplara hitap etmesine ve yazarları arasında, Üstelik Mardinli bir İlâhiyat profesörünün bulunmasına rağmen, bu dergide yayınlanan Arapça yazılar, gerçek anlamda Arapça bilen birine tercüme ettirilmektedir! Yani bu dergi ve benzerlerinde yazanların hiç biri, Arapçayı bir yazı ve konuşma dili olarak kullanamamaktadır!

Onun için şunu tekrar etmekte yarar vardır: Gerek İmam-Hatip Liselerinde, gerek İlâhiyat Fakültelerinde, gerek Kurân Kurslarında ve gerekse medreselerde, sözde Arapça öğrenen gençler eğer hocalarını Arapça konuşmaya zorlarlarsa onların bir gün pes ederek bu yanlıştan geri adım atmak mecburiyetinde kalacaklarına kesinlikle inanmalıdırlar. Bu ise öğrencilerin ilk zaferi olacaktır. Bu aşamadan sonra öğrenci, hiç değilse Bu dilin gerçek anlamda öğretildiği merkezlere yönelme zorunluluğunu hissedecektir.

Arapça öğrenmede atılacak ilk ciddi adım budur. Eğer bu öneri Türkiyede öğrenci çevrelerinde yankı bulacak olursa onun, eğitimde önemli bir devrimin gerçekleşmesini sağlayacağı günlerin hiç de uzak olmadığına inanmak gerekir! Şu halde Arapça da dahil, herhangi bir yabancı dili öğrenebilmek için mutlak surette o dili hatasız konuşan ve onu bir yaşam dili olarak kullanan, aynı zamanda gramer ve edebiyat kurallarını da çok iyi bilen aydın ve öğretmenlik formasyonuna sahip birinden eğitim almak gerekir. Bu hayırlı tavsiyeyi ciddiye alarak, aşağıda açıklanacak kurallara göre adımlarını atan öğrenciler elbette ki Arapçayı kolayca öğrenebileceklerdir.

Bir yabancı dili en kolay biçimde ve en kısa zamanda öğrenebilmenin yolu bilimsellikten geçer. Uzmanların bu konuda şimdiye kadar saptadığı gerçeklerin özü ise şudur:

a) Yabancı dili öğreten kişinin, o dili kesinlikle yazılı ve sözlü anlatımda hatasız, güncel ve akıcı şekilde kullanıyor olması gerekir.

b) Yabancı dil, -sıfır yaştaki bebeğin, yaklaşık yedi yaşına gelinceye kadar annesi, babası ve çevresi tarafından- ona öğretilen ana dilinin fıtrî yöntemiyle verilmelidir. Yani dersler, yaşamın her alanından konusunu ?dengeli ve serpiştirilmiş olarak- alan bir çeşitlilik içinde verilmelidir.

c) Öğrencinin derse, sıcak ve seri diyaloglarla katılımı sağlanmalı; uygulama sırasında öğrenci sırf dinleyici, sırf okuyucu veya sırf yazıcı olarak kalmamalıdır.

d) Öğrenciye, ders konusunun kapsadığı olaylar, görsel ve duyumsal olarak elverdikçe yaşatılmalıdır. Bunun için çeşitli materyal ve bol resimli kitaplar kullanılmalı, laboratuarda uygulamalar yapılmalı, ayrıca kısa aralıklarla öğrenciler gerek şehir içinde, gerekse şehir dışında geziye çıkartılarak çevre ve olaylar üzerinde (sırf Arapça konuşmak suretiyle) onlara bilgi verilmeli ve diyalog kurulmalıdır. Bu şekilde öğrencinin kulak alışkanlığı sağlanmalıdır.

Ancak bu gibi uygulamalar için Türkiyede bugün ne yasalar, ne de zihniyet müsaittir. Grup halindeki öğrencileriyle örneğin bir parkta ya da bir müzede Arapça konuşmayı göze alabilen bir öğretmenin, nelerle karşılaşabileceğini tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla Türkiyede uygarlaşma ve İslâmlaşma ortamı doğmadan bir öğretmenin bu tür bir uygulamaya girişmesi elbette ki risklidir.

Oysa, yabancı dil öğretiminde bugün ilim otoriteleri tarafından öngörülen ve gittikçe yaygınlaşan üç önemli uygulama vardır. Bu üç noktadaki tavsiyeler şöyledir:

a) Gramer ve edebiyat bilgileri, günlük konuşmalara serpiştirilmiş olarak öğrenciye verilmelidir.

b) Öğretimde kolaydan zora, yakından uzağa, basitten bileşiğe doğru bir açılım yelpazesi izlenerek konular işlenmelidir.

c) Çağdaş normlara uygun olarak; -Tarih, coğrafya, biyoloji, sağlık, psikoloji, matematik, geometri, ekonomi, ticaret, din, felsefe, sosyoloji ve mantık gibi temel bilimler başta olmak üzere-, ahlâk, temizlik, çevre, seyahat, turizm, bilgisayar, küreselleşme, feminizm, afetler, savaşlar, teknoloji, uygarlık, uzay, zaman, enerji, büyü, spor, sanat ve müzik gibi genel kültür konularına kadar akla gelebilecek hayat gerçekleri bu derslerde işlenmelidir. Öğrenci, Ana dilde orta öğretim sıralarından geçmiş ve hatta yüksek öğrenim görmüş olsa bile bu derslerin konuları (Arapça öğretilirken) ilkokul düzeylerine indirgenerek verilmelidir. Bundan amaç, öğrenciye Arapça öğretirken konuları temelden ele almak ve onun, her meselede düşüncelerini bu dille biraz ifade edebilmesini sağlamaktır.

Ancak bu münasebetle bir uyarıda bulunmak yararlı olacaktır. Bilindiği üzere dil eğitimi konusunda tarikatçıların en çok karşı oldukları iki şey vardır:

Bunların birincisi; Tarih, Coğrafya, matematik, geometri, fizik, kimya, biyoloji ve Astronomi gibi bütün pozitif bilimlerdir. Tarikatçılar, Arap dil grameri ile (formalite gereği) akaid, fıkıh, hadis ve tefsir gibi İslâmiyâtın ve mistisizmin dışında herhangi bir bilim dalında (özellikle kültürel konularda), eğitim verenlere şiddetle karşıdırlar.

Onların karşı oldukları ikinci şey de öğrenciye Arapçayı konuşma ve yazı dili olarak öğretmektir. Dolayısıyla eğer hoca, (gramer kurallarını ezberletme dışında) öğrenciye, Arapçayı -pratiğe yönelik bir sistemle- öğretmeye kalkışacak olursa, -büyük ihtimalle, lâikçilerden kendisine yönelebilecek tehlikelerden önce- tarikatçıların birinci derecede hedefi haline gelebilir!

Yabancı dil eğitiminde titizlikle uyulması gereken önemli ilkelerden biri de öğretmenin, öğrencileriyle diyalogunu ana dilde sürdürmemesidir. Sadece (sık olmamak koşuluyla) Türkçe cümleleri onlara dikte ettirirken ancak Türkçeyi kullanmalıdır. Öğretmenin, her derse girerken önce beş dakika kadar, işleyeceği konu ile ilgili bir konuşma yapması çok yararlı olur. Ancak bu konuşma tamamen Arapça olmalıdır. Çeviri işlemi sırasında da öğretmen, öğrencileriyle diyalog halinde olmalı, zamanını çok ekonomik kullanmalıdır. Çeviri sırasında duruma göre alternatif cümlelerin yanı sıra, deyimsel kalıpları, eş anlamlıları ve zıtları da sunmalı, öğrencinin zengin bir anlatım gücü kazanabilmesi için çeşitli bilgileri ona Arapça olarak vermelidir.

Yabancı dil öğretiminde en önemli nokta yabancı dil ile ana dil arasındaki mantık farklarıdır. Unutulmamalıdır ki her dilin kendine göre lengüistik özellikleri, belli bir karakteri ve mantığı vardır. Özellikle çeviri sırasında çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu mantık ve karakter farklarından dolayı çeviri yapan öğrenci büyük sıkıntılar çeker.

Edatların kullanımı da çok önemlidir. Arapçada genellikle fiillerin çoğundan sonra gelen edatlar, her fiile göre farklıdır. Bunlar ancak çok okuyarak ve çok yazarak belleğe yerleştirilebilirler. Dolayısıyla öğrenci, ders olarak incelediği metni defalarca okuyup birkaç kez de yazmalıdır. Yabancı dil öğreten hocanın işte bu konuda derin bilgi ve birikime sahip bulunması gerekir. Yoksa yabancı dilin deyim ve özel tabirlerini öğrencisine aktaramaz. Bu yüzden de öğrenci, ne kadar emek verirse versin o dili hakkıyla öğrenemez!

Arapça öğrenirken öğrencilerin, olağanüstü bir dikkatle önem vermeleri gereken bir nokta da aksandır. Yani Arapça kelimeleri, bir Arap gibi seslendirmektir. Harflerin gerek ağızdaki, gerekse hançeredeki belli mahreçlerden çıkarılması son derece önem taşır. Bu ilgiyle öğrencileri bir noktada uyarmak yararlı olacaktır. O da şudur: Arapçada (ü) sesi yoktur. Örneğin (kitaplar) demek olan (kutub) kelimesinin (Kütüb) ya da (kütüp) olarak seslendirilmesi çok yanlış ve büyük bir kusurdur. Bir Arapla konuşurken kelimeyi böyle seslendirmek yanlış anlamalara da yol açabilir; muhatap olan Arap, kelimeyi anlamayabilir. Eğer anlarsa, bu kez konuşan kişi gülünç duruma düşer.

İslâma mensup milletler arasında özellikle (Tecwîd) kurallarına çok önem vermekle ünlü olan Türklerin -hele Kurân okurken- bu sesi kullanmaları çok düşündürücüdür. Bunun, bir dereceye kadar -Kurân eğitimi görmemiş kimseler için- Türkçenin karakterinden kaynaklandığını kabul etmek mümkün ise de, özellikle (Tecwid) talimi görmüş kimselerin bu sesi çıkarmada ısrar etmesi bir talihsizliktir! Çünkü yapılmış bazı araştırmalar sonunda, -sözde arabizme karşı misilleme anlamında bu yanlışta bilinçli olarak ısrar edildiği- anlaşılmıştır! Kurân-ı Kerime, hiç değilse okurken bu kadarlık bir değişiklikle Türke özgü bir özellik kazandırma kompleksi olarak ortaya çıkan bu sorun, yanlış yoldaki insanları tatmin etse bile Kurânın özgün vasıflarına aykırıdır ve her zaman tepki görecektir! Üzüntü ile belirtmek gerekir ki Türkiyede kimlik bunalımının belirtileri bu tehlikeli boyutlara dayanmıştır!

Sistem hakkında fikir ortaya koyarken hiç unutmamalıyız ki bugün, dünyanın her yerinde bir sistemler savaşı yaşanmaktadır. Devletler, Partiler, gruplar, cemiyetler, örgütler ve şirketler hep kendi alanlarında yeni bir sistem bulup onunla daha çok açılmak, daha çok kazanmak, daha çok ilerlemek, tutunmak ve ünlenmek isterler. Durum içeride de böyledir. Ancak rekabetin meşruluğu elbette ki genele yararı ile ölçülebilir. Amaçlarının gereği olarak, kendi çıkarlarını genelinkine tercih edenler için sistem, her şeyden önce ticaridir. Ancak eğitim ve öğretim alanları için düşünülen sistemlerin her şeyden önce insanî olması lâzımdır. Ne var ki bu da yetmez. Sistemin aynı zamanda çağdaş ve verimli olması da gerekir.

Eğitim ve öğretim alanında gerek birçok araştırma merkezi, gerekse bağımsız araştırmacılar çok yönlü olarak çalışmaktadırlar. Bütün bu çalışmalardan amaç; genç insanın, bilgi kaynaklarına en hızlı biçimde ulaşabilmesini ve isteğini rahat ve akıcı biçimde dile getirebilecek yetenekler kazanmasını sağlamaktır; ona, bu imkânları kullanabilecek bol anahtarlar sunmaktır. Bu anahtarların en güçlülerinden biri de dildir. Bilgi edinmek, mevcut bilgileri gerektiğinde artırmak, gerektiğinde de yenilemek, onları başkalarına aktarmak, doğru bilgi ve kültürü yaygınlaştırmak, bu suretle bilgi toplumunun yapılanmasına katkıda bulunmak ve sonuç itibariyle de insanlık alemi için hayatı kolaylaştırmak dille mümkündür. Tabir yerinde ise dil, anahtarların en değerlisi ve bilgi hazinelerinin en değerli anahtarıdır. Bu anahtarın en kalitelisini edinmiş olan insanlar, hayatları boyunca gittikleri her yerde saygı ile karşılanmışlardır. Daha sonra üzerinde gerektiği kadar durulacağı üzere önce ana dili ondan sonra da geçerli ve yaygın dünya dillerinden birkaçını çok iyi bilmek, kendini keşfedebilmiş, insana ve insanlığa gerçekten yararlı hizmetler yapmak isteyen her ferdin ideali olmalıdır. Bu ise eğitim, öğretim ve öğrenim için en doğru sistemleri bulup uygulamakla olur.

Bu nedenle Arapça öğrencisi, en birikimli ve en başarılı hocayı, en uygun ders ortamını ve en ileri öğretim sistemini daima aramalıdır. Bunu, gerekirse yetkin ve malumat sahibi rehberler ve araştırmacılar yardımıyla yapmalıdır. Özellikle, İlginç bir sosyal dokuya sahip bulunan Türkiye gibi bir ülkede öğrenci, bu araştırmasını çok daha dikkatli yapmalıdır. Çünkü bu ülkede, Sünni-Alevi, sağcı-solcu, Zengin-yoksul, her kesim, kendi tercihine göre kapalı muhitinde yandaşlarıyla anlaşarak bir şekilde resmi eğitimin dışında başka bir sistemi daha uygulamaya çalışmaktadır! Bu da resmi eğitimin hiçbir kesimi tatmin etmediği sonucunu doğurduğuna göre, hele yabancı dil gibi duyarlı ve çok önemli bir konuda statükodan medet beklemek abesle iştigal olur.

Sadece yabancı dille sınırlı değil, istisnasız, eğitimin her alanında uygulanabilecek çağlarüstü evrensel tek sistem İslâmın getirdiği sistemdir. Bu sistem bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından uygulanmış, bu sistemle dünyanın en bilgili, en kültürlü, en adil, en dürüst, en çalışkan, en temiz, en şefkatli, en cesur ve en coşkulu üç kuşağı olan «ashâb», «tabiîn» ve «tebe-i tabiin» işte bu sistemle yetiştirilmiştir.

Bu çağlarüstü evrensel sistemin üç dinamiği vardır:

a) ???????? : Teklîm : Diyalog sistemi,
b) ???????? : Tehâwur : Tiyatral sistem
c) ?????? : Khıtâb: Konferans sistemi.

Günümüzde uygar dünya işte bu üç sistemi benimsemiş bulunmaktadır. Bunlar, İslâm literatüründen batı terminolojisine: a) Dialogue System; b) Theatrical System; c) Conference System şeklinde geçmiştir.

Gerçekten de İslâm tarihi, özellikle siyer tarihi araştırıldığında Hz. Peygamber (s)in daima ashabına irticalî olarak hitap ettiği görülür. Ashabı da aynen bu şekilde davranmış, oldukça bilgili yetiştikleri için, herhangi bir kaynağa, bir yazıya bir taslağa hiçbir zaman ihtiyaç duymadan konuşmuş, bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Hz. Ebubekrin, Hz. Ömerin ve özellikle Nehcul-Belağa adlı kitapta derlenmiş bulunan Hz. Alinin irticali konuşmaları, yüksek edebi değere sahip çarpıcı belgeler olarak bu güne intikal etmişlerdir. Oysa günümüzde ve toplumumuzda, değil eğitimciler, sözde on yıllarca tahsil görmüş, geniş kültür almış, ihtisas sahibi olmuş (?) ve devletin en üst kademelerine kadar tırmanmış siyasetçiler ve politikacılar bile önceden bir şeyler çizikleyip ellerine almadan Türkçe gibi çok basit bir ana dilde bile isteklerini rahatça ifade edememektedirler. Çünkü yoz ve yavan laikçi eğitim çarkının, bugünün Türkiyeli insanına sunabileceği bir sistem yoktur.


Konular